“If you got everything and you don’t want no more. You’ve got to just keep on pushing, keep on pushing. Push the sky away. Because when you can’t see the sky, you can’t see your limits. Push your car to fucking Geneva”
Nick Cave
Bu sabah zihnimde kelime yığınlarıyla uyandım, onlarla ne yapacağımı bilemedim açıkçası.
Bazen kendi kendime konuşuyorum daha doğrusu sesli düşünüyorum. Yolda kaptırmış giderken birden kafamdan geçenleri yüksek sesle dile getiriyorum, insanlar boş yüzlerle bana bakıyorlar. Şimdi ağzımda maske var kendimi kaptırmış giderken kimse anlamıyor sesli düşünceleri. Edebi bir klişe olarak insan bazen anlatıyor ama hiç anlaşılmıyor, anlaşılmak istiyor ama beceremiyor. Sırf bu yüzden kendimi Gençlerbirliği hocasıyken dişçi koltuğunda İlhan Cavcav tarafından kovulan Yılmaz Vural gibi hissediyorum. Kendimi anlatmak istiyorum ama olmuyor. Bu yüzden kıymetli sessizliklerden rahatsız olunmayacak insanları yanımızdan ayırmamalıyız. Kelimeler bazen doğru anahtar değil ama yazmak öyle, zihni özgürleştiriyor.
Moloz yığınlarıyla, yıkılan apartmanlarla daha çok sık karşılaşır oldum son zamanlarda. Apartmanlardan geriye tek kapılar, koltuklar, kırık sandalyeler kalmış. Hayatlar yaşanmış ve bitmiş. Gözle görülemeyecek kadar hızlı bir şekilde olmuş her şey. Tek başına taşlar arasında kalmış koltuk çok acayip geliyor bana. Kim bilir kaç kişi üzerine oturdu, uyudu, rahatsız oldu, arkasına yastık koydu, kaybedilen maça sinirlendi televizyona fırlatmayı düşündü. Kimlik hatırlarıyla artık sokağa düşmüş. Hayatlarımızın sonu da tıpkı kişisel eşyalarımız gibi böyle bir kenara mı atılacak. Cebeci bitpazarında aile fotoğrafları, kart postalları satılıyordu eskiden. Mektuplarda, kart postallarında mutluluk anları paylaşılmış. Doğum günleri, evlilikler, yeni işler. Başkalarının mutluluklarına bakınca ne hissederiz? Bir hayat yaşanıyor ve kısa özeti bitpazarına düşüyor. Şimdi molozlardan yeni bir apartman meydana gelecek. Yeni hatıralar birikecek başka hayatlar yaşanacak ve bitecek.

Geçen sene acilde karşılaştığım bir amcayı hatırladım sonra. Her yerinde kablo, cihaz takılıydı. Torunu yanındaydı, ona merakla Beşiktaş maçını soruyordu, rakı içelim buradan sonra demişti. Gelecek planı yapmak iyidir, hayatta devamlılık esastır. Planlar gerçekdışı olsun olmasın, zihinde uyanan o gelecek imgesi bile iyidir. Bu yıl hastane işlerinde 10. yılımı devirdim. Bitmeyen kontroller, raporlar, refekatçılık. Hastane topoğrafyası yaşama dair kıymetli bir alan sunuyor. Georges Canguilhem, hastalığa yakalanan bireylerde yaşama tutunma gayretinin arttığından bahsediyordu. Bu tutunma hallerinin ana damarı da gelecek planı yapmak galiba. Cebeci onkolojide refekatçı olarak kalırken Canguilhem’in söylediği şeyi hep düşünmüşümdür. Kendim için de öyle, o uzun bekleyişler esnasında İlhami Algör gibi zihnime bazı resimler çağıyordum; deniz kenarı, mavi örtülü, beyaz duvarlı bir içki masası kuruyordum. Fonda Ortaçgil çalıyordu elbette. Tek başıma oturacaktım ama kimseye bir şey anlatmak istemiyordum o zamanlar. Şimdi sorarlarsa anlatırım o günleri o ayrı. İnsan anlaşılmak kadar yalnız kalmak istiyor. Tek çocuk olarak bu hayatta öğrendiğim ilk şeylerden biriydi kendimle zaman geçirmeyi öğrenmek. Yaşamın ilk anları için iyi bir öğreti lakin zaman içinde bu yalnızlık bir alışkanlığa dönerse o sorun. Hayatı çoğaltmak lazım, bir manzarayı, şarkıyı, kitabı başkasına anlatmak, birlikte uzun yürüyüşlere çıkmak lazım.
Sonra Yunus Emre heykeli, yel değirmeni, koşu parkuru ve Yunus Marketin yan yana sıralandığı bir park var burada. Yunus Emre’nin kararlı bir yüz ifadesiyle baktığı heykeli, her gün takım elbiseyle spor yapanlara bakıyor. Tüm bunların yan yana gelmesi olanaksız olması gerekirken yan yana gelmişler. Olur, hayat da böyle zaten. Her şey mantıklı olması gerekmez. Örneğin mahallenin ganyan bayisi yeni normale en hızlı uyum sağlayan mekânlardan. Yarışlar maskeli, sosyal mesafeli, heyecansız bir şekilde takip ediliyor. “Yeni normal” denen bu garabete bu kadar kolay uyum sağlamamız da çok garip geliyor bana. Maskeler, siperler, gergin yüzler.
Yolda çok güzel bir kadınla denk geliyorum, gözleri çok güzel. Anlık ve güzel bir bakışma yaşıyoruz. Birbirimize teğet geçiyoruz, kim olduğunu, ne iş yaptığını, nerede oturduğunu bilmiyorum; çok da önemli değil, o kısacık an kıymetli olan. Maskesinin ardından bana gülümseyip gülümsemediğini hayal ediyorum. Belki başka bir yerde yine karşıma çıkar, gözlerine yansıyan o gülümsemeyi tekrar eder. Tesadüflere de inanmayı bırakacaksak burada ne işimiz var zaten. Sonra başka bir caddede kaldırım üzerinde greyder ile karşılaştım. Hayata dair metaforların inşaatla ilgilisi olması şaşırtıcı. Engelleri aşmak için manevra kabiliyetinizin yüksek olması lazım.
Bu yıl 35 yaş neredeyse bitiyor, 40’a fena halde yaklaştım. Hayatımın z raporunda ne var bilmiyorum. Gitme fikri ilk defa bu kadar sıcak geliyor. Kimsenin beni tanımadığı bir yerde yeni bir başlangıç yapma, her şeyi iştahla keşfetme hali. Gözün belleği iyi bir şey insan hep tanıdık yere bakmak istiyor ama o aşınma hali de yoruyor insanı. Kant, hayatı boyunca hep aynı istikamet üzerinde yürümüş, rutinini hiç bozmamış. Aynı rutin ve zaman dilimi içerisinde çalışmak yaratıcılığın ana kaynağı galiba. Lakin mekânsal çemberi genişletip, gözün ufkunun sınırlarının genişlemesi de zihni rahatlatıyor kesinlikle. Bu yüzden denize bakmak iyi geliyor insana.
Fragmanlara böldüm geçmişi. Hagi’li geçmiş zaman, Kona’lı geçmiş zaman, Metallica’lı geçmiş zaman, aşık olunan, dostlarla rakı içilen geçmiş zaman. Murakami’nin Dans Dans Dans romanında Koyun Adam romanın kahramanına hayatla ahenkli olabilmesi için adımlarını sıklaştırıp dans etmesini öneriyordu. 35 yaşında yolun ortasında, hayatın tüm ihtimallerine açık o belirsiz döneminde kendi ahengimi tutturmam lazım. Bu konuda son zamanlarda verdiğim tek öğüt; hayatta her şey olabilir, hiçbir şey de olmayabilir. Beklentilerin hiçbiri gerçekleşmeyebilir, (en azından bugüne kadar öyle oldu) lakin hikâyenin sonunda en azından denedim deriz, bu da bir şey. Olmadı bir araya gelir, Nick Cave dinler, rakı içer sohbet ederiz. Nedir yani.
Bazen kendimi 60 gibi hissediyorum bazen 12 yaşıma dönüyorum. 12 favori yaşım çok eğlendiğimi hatırlıyorum. Hagi, yeni transfer olmuştu. Radyodan dinlemiştim Vanspor’a harika bir gol atmıştı. Tekrarı pek olmadı. Pastaneci beni Alişan’a benzetiyordu. Moralimi bozmuştu elbette bu benzetme. Her poğaça alışımda “Hoş geldin Alişan” diyor, bu benzetmesini başka arkadaşlarına da söyleyip ikna seviyesini arttırmaya çalışıyordu. Hâlbuki ben Hagi olmak istiyordum. Geldiğim noktada ikisi de olamadım. Saçlar gitti, evrimim beni ünlü kellerle teselli olma yolunda ilerletiyor. Bruce Willis başkan, keller şampiyon.

Sabah zihnimde dönen kelime meselesine dönecek olursam. “Bir şeyler olacak” diye uyandım. Evet, bir şey muhakkak olacak, olmalı. Çünkü bunca zaman boşuna beklenmedi. Bir adım diğerine geldiği an yeni bir ihtimal doğar. Şimdi izninizle sahneden ayrılıp, yerimi Nick Cave’e bırakıyorum. Sevgili Nick abi senin her zaman söyleyeceğin anlamlı bir şeyin vardır:
“Günlerimiz sayılı. Boşa geçirmemeliyiz. Kötü bir fikre göre hareket etmek, hareket etmemekten daha iyidir. Çünkü fikrin değeri, uygulayana kadar asla kendini göstermez. Bazen bu dünyanın en küçük fikri olabilir, içinizde başgösteren küçük bir alev. Kendisine karşı çıkan bütün zorluklara karşı sönmeyecek bir ateş. O ateşe tutunursanız eğer, etrafında harika şeyler oluşturulabilir. Kütlesel, güçlü ve dünyayı değiştirecek şeyler. Hepsi küçücük fikirlerden ortaya çıkarlar.”
Can Öktemer
Cahit Sıtkı Sendromu ancak bu kadar güzel anlatılılabilir 👏👏👏