Cabir Özyıldız

Bugün günlerden Pazar, bütün bir hafta bu günü bekledim. Beklemek de neymiş, şehrin yoğun, yapışkan, homurtulu seslerinden azade bir zaman dilimi geçirmek için, bugünü dipsiz bir kuyudan kendir ipiyle çektim.

Altı gün boyunca sabahın köründen akşamın geç bir vaktine kadar çalışanlar için Pazar gününün apayrı bir önemi olduğunu düşünüyorum. En başta uzun, rahat, keyifli bir uyku. Daha sonra uzun bir kahvaltı sefası. Ardından da gazete okumalı çay, kahve faslı filan. Ama Allahtan böyle alışkanlıklarım yok. Ya da bütün bunları gerektirecek bir ev, aile bütünlüğüne sahip değilim. Orası ayrı. Benim bütün derdim, patron, şef vs. olmadan rahat rahat sigara tellendirebileceğim, kahvemi ılıta ılıta, yavaştan içebileceğim, denk gelirse radyoda eski usul şarkılar bulup dinleyebileceğim ve bu şarkılar arasında uzun karmaşık düşüncelerle kendimi yereceğim bana ait bir günlük zaman dilimi. Hepi topu yirmidört saat. Hepsi bu.

Pazartesi sabahından Cumartesi akşamına kadar bütün bir hafta, küçük, mütevazı düşlerle kendimi avutuyor, önemsiz, alelade hayatıma küçük keyifler, ara nağmeler sıkıştırmaya meylediyorum. Ama ne mümkün! Olmuyor be yahu! Olamıyor bir türlü.

Bakın anlatayım. Henüz uykunun en tatlı yerinde ve gün aymadan başlıyor işkencem. Altınmakas’ın minik ‘tatlı’ köpeği neye, kime olduğunu bilmediğim bir havlama tutturuyor. Sabahın alacasında olacak iş mi yahu? Ardından Turist Ahmet’in horozları köpekçiğe karşılık veriyor, onların kapışmasına da kuşlar uyanıyor. Bir iki kuşun ciklemesinde elbette sıkıntı yok, fakat yüzlercesi birden cikcikleyince biçimsiz bir şamata çıkıyor ortaya. Anlayacağınız, uzun, bitmek bilmez, çirkin bir serenatla uyanıyorum. Bir an, şehrin orta yerinde değil de kalabalık bir köyde oturuyormuşum gibi hissediyorum. Kendime ne kadar yeniden uyumayı telkin etsem de olmuyor. E uyandım bir kere. Uyuyamam ki. Cinslik işte.

Üstelik, göğsüme bağdaş kurmuş ihtiyar bir türlü söz dinlemiyor. İşi gücü kalkalım da kalkalım. Kalkınca ne olacaksa sanki.

En azından insanlar uyanana kadar bu hayvancıklara tahammül edebilirim diye düşünürken, birdenbire homurtulu sesiyle çöp kamyonu peyda oluyor. Allahım bu nasıl bir işkence? Çöp bidonunun boşaltılması, etrafının temizlenmesi filan derken işkence iyiden iyiye uzuyor. Komşular uyuyor diye şarkı türkü açıp sesi de bastıramıyorum. Hoş, radyonun açılması da fayda etmeyecek çünkü çöp kamyonu evin içinde çalışıyor sanki. Hem duvarlar ne diye bu kadar inceyse? Malzemeden çaldılar zaar. Ulan ev sahipleri, ulan köftehor müteahhitler.

Tam çöp kamyonunu savuşturdum, insanlarında uyanmasına daha çok var diye düşünürken, sokağın irili ufaklı bütün evlerinden çocuk viyaklamaları, mızırdanmaları, salya sümük ağlayışları, yerlerde tepinip avazları çıktığınca bağırışları, beynimin en hassas kristallerine çarpıp o kristalleri tuzla buz ediyor. Biçimsiz, harf bile sayılamayacak sesler, çocukların ağzında şekilsiz cızırtılarla çıkıyor, avlulardan, ev önlerinden, sokağın çerinin çöpünün arasından, tozlu ağaçların yaprakları üzerinden sıyrılıp odamın duvarlarına ulaşıyor, oradan da beynimin kıvrımları arasında ki en hassas kristallere ulaşıyor. O vakit, sağ gözümde bir seğirme beliriyor, göğsüm ise damperli bir kamyonun sıkıştırdığı küçücük bir otomobil gibi çaresizce sancıyor. Ellerime eski sıtma zamanlarından kalma bir titreme, ruhuma ise kocaman kara bir yılan çörekleniyor. Bu sebeple sigaraları peş peşe yakıp ejderha hırsıyla çekiştiriyorum. İhtiyarda homurdanıyor. Ne söylediğini anlamıyorum.

Normalde cıvıldaşan çocuk seslerini severim. Agu agu diyerek gamzelenen yanaklarını, saf içten gülücüklerini, hesapsız, meraklı devinimlerini, anlayamadıkları şeyler karşısındaki gülünç şaşkınlıklarına her seferinde hayretle bakar, henüz dünyanın alengirli işlerine akılları ermediğinden, bir saflık ve temizlik timsali olmalarını gıptayla izlerim. Ama bu sokaktaki çocukların çıkarttığı seslerin cıvıldaşmakla, şaşkın devinimli gülüşmelerle, doğaları gereği meraklı sorulara eğilimli dilleriyle bir alakası yok ki. Diş gıcırdaması, melamin bir tabağa sürten kaşığın sesi, kaportayı çizen güçlü bir bıçağın cızırtısı ya da sinir bozucu bir şarkının dönüp dönüp çalması gibi bir şey bunlarınki. Hem sabahın köründe ne diye uyandılarsa bu çocuklar? Halbuki gece de geç vakitlere kadar sesleri çalınıyor kulağıma. Çocuk dediğin, erken uyuyup, geç kalkar değil mi? Demek ki yanlış biliyormuşum.

Oturduğum koltuktan kalkıp sesin kaynağını bulmak için önce pencereye, bulamayınca da balkona çıkıyorum. Ses hem çok yakın hem de görünmez bir aralıktan geliyor. Hayır, bir görebilsem sesin kaynağını, neye benzediklerini, o sesi çıkartırken takındıkları surat ifadelerini bir yakalayabilsem. Aman, adam sende. Bulunca, görünce, tanık olunca ne olacaksa artık. İhtiyar da onaylıyor bu durumu, otur diyor, otur karışma kimselere. Bozmayalım ağzımızın tadını. Çaresiz, oturuyorum.

Hem ne diye bunca çocuk yaparlar ki? Peki onca viyaklama ve mızırdanmaya, nasıl tahammül edebiliyorlar? Ben uzaktan bile katlanamıyor ve o sesler vesilesiyle paket paket sigaraları yakıp yakıp söndürürken onlar, evlerinin içinde, odalarında, avlularında o çirkin seslere nasıl duyarsız kalabiliyorlar? Aslında işin kolayını da bulmuşlar bir bakıma. Ağlayan, mızırdayan, yemek yemeyen, söz dinlemeyen çocuğun eline akıllı telefon, tablet, şu bu tutuşturup kendi ellerinde sonu, dibi olmayan, yapay bir ırmağı kulaçlıyorlar. Kulaçladıkları da bir şeye benzese hani. Uyduruk kaydırık şeyler. Ev, oda, avlu bir süreliğine televizyondaki aptal programın gürültüsüne kalıyor. Sanki hepsinin kulaklarında duymazlık sorunu var. Televizyonu görmüyorum ama onlarla birlikte dinliyorum. Arada tablet ya da telefondan çıkan sesleri saymazsak, herkes kendini görmek, ait olmak istediği bir görüntü ve şekilsiz cümleler kalabalığında buluyor. Sonrasında yine bir sürü gürültü patırtı. Çocuk sayısı çok olunca sınırlı sayıda var olan ekranlar paylaşılamıyor. Nihayetinde beynimde kendini yeni yeni onarmış kristallere yeni bir saldırı dalgası. Sabrımın esnek dalları gevrekleşmeye başlıyor. Bir şey yapacağımdan değil hani, en fazla söylenirim, daha daha -içimden- küfrederim. Hepsi bu.

Soruyorum size, bütün bunları düşündüm de ne oldu sanki? Kendi kendimi yemem dışında bana ne faydası dokundu? En iyisi kalkıp bir kahve yapmalı. Yok, geçmişle bugün arasında çokbilmiş kıyaslamalar yapmayacağım. Hem, sızlayan dizlerimi ve göğsümdeki hırıltıyı saymazsak yaşlı da değilim hani. Ha ihtiyar mı, o başka canım, boşverin. Elbette geçmişten bugüne değişen dünyayı, sosyoekonomik, kültürel ve politik değişimleri, dijital çağın her şeyi ve herkesi o ya da bu şekilde değiştirip yaşam biçimlerine yön verdiğini biliyorum. Amma da çok şey bilirmişim be, peh! Neyse ne.

“Tazee yımırtaa”, “ıscak simitt”, “peynirr, çökelek, gelldii gidiyor”, hah bir siz eksiktiniz, siz de geldiniz tam oldu. Elimde kahve kupasıyla yeniden balkona çıkıyorum. Ama sonuç yok, ne bir ses edebiliyor ne de kızgınlığımı belli edecek bir hareket yapabiliyorum. Bir de anlaşmışlar gibi, ben ne vakit radyoda oturaklı bir türkü yakalasam ya da çetrefilli bir konu etrafında kendimle dalaşsam, bu seslerin sahipleri birdenbire sokaklardan peyda oluverip bütün dikkatimi dağıtıveriyorlar. Radyodaki türküyle seyyar satıcıların bağrışları, kafamın içindekilerle de çocuk zırıltıları birbirine giriyor. Tam bir hercümerç. Bir keresinde de yazı yazmaya niyetlenmiştim de -şaşkına bak sen, yazı senin neyine?- bütün çirkin sesler sözleşmiş gibi üzerime üzerime gelmişlerdi. Sesi henüz çatal çatal ergenlerin anne babalarına höykürmelerinden tutun, en bet sesli, en kaba haykırışlı seyyar satıcılara, bitmek bilmeyen inşaat gürültülerine, daracık sokağı otobana döndüren araç homurtularına kadar ne kadar kulak tırmalayıcı nida varsa gelip odama doluşuvermişlerdi. Tabii ki kalemi kağıdı bırakıp o sevdadan da vazgeçtim.

Dışarının gürültüsü ve içimdeki sesler birbirine girmiş, kıyasıya dövüşürken, saatin nasıl geçtiğini bilmemişim. Saat öğlen olmuş, kuşlar yorulmuş dinleniyorlar, horozlar da susmuş. Arada bir uzaklardan bir dana böğürtüsü geliyor. Şaşırmayın kardeşim. Evet şehrin orta yerinde oturuyorum ama bizim buralılar hâlâ eski alışkanlıklarından vazgeçmiş değiller. Geniş avlularında, inek, dana, koyun, tavuk, (kediyi köpeği saymıyorum) bilumum hayvanat besliyorlar. Neyse boşverin. Sokağın bütün çocukları çirkin seslerini de yanlarına alıp dışarılara çıkmışlar. Sövgüler, dövüşler gırla. Arada ana babalar da katılıyor bu kavga dövüşe. Sopalar, kazma kürekler… Ulan bir parka neyin götürün şu çocukları be. İyi ama bizim buralarda park denildiği zaman, akla hemen, papikçiler, berduşlar, ırz düşmanları geliyor. Haklılar, götürmesinler. Ama ben ve bütün hafta kurduğum mütevazı düşlerim ne olacak? Belli ki olamayacak. Niyesini sorarsanız, saat ilerledikçe o küçük keyif parçalarından iyice umudumu yitiriyorum. Kalkıp bir yerlere gitme isteği de yok içimde. Kendimi gitmeye ikna etmeye çalışıyorum. Fakat inatçı ihtiyar bir türlü hareket etmek istemiyor.

Öğle sonu sokağın debdebesine ergenler de katılıyor. Bağrışan, kaba saba söven, birbirine diklenen ergenler. Birçoğunu tanımıyorum. Oysa çok uzun zamandan beri bu sokakta ve bu gürültüler içindeyim. En azından nehir kenarına inebilirsin diye ısrar ediyorum ihtiyara. Sanki biraz kıpırdar gibi oluyor. Sonra koltuğa kıçını daha bir güçlü bastırıyor. Bahanesi de hazır. Yok efendim nehir kenarı da bu sokak gibi gürültülü, yok efendim gençler orda burda öpüşüyor, şu bu. Osuruklu göte çavdar ekmeği bahane. Gitmeye niyetim yok desene.

Vakit akşama yaklaşıyor, Pazar günü bitti bitecek. Ve günün bitecek olmasına, o küçük küçük keyif zamanlarının zerresinin bile gerçekleşememesine hem üzülüyor hem de sinirleniyorum. Ben hâlâ o eski koltukta oturuyorum. İhtiyar durmadan somurtuyor. Saymadım ama bir hayli kahve içmişim. Göğsümdeki çarpıntıdan anlıyorum. Şu yemek sorununu da halledemedik bir türlü. Kalk diyorum ihtiyara, hem yemek filan yersin lokantada. Boğazından sıcak bir şeyler geçer. İhtiyar ellerini koltuğun kolçaklarına bastırıyor. Hah diyorum, oldu bu iş, kalkacak. Yemek deyince akan sular duruyormuş demek ki. Daha önce ne diye akıl edemediysem. Ama yok yine yapıştırdı kıçını koltuğa hem de ayak ayak üstüne attı. Kalkmamız lazım. Çünkü birazdan mangal faslı başlayacak. Mangalla birlikte, boğma rakılar içilecek, ilerleyen saatlerde o güzelim şarkılar boğazlanacak. İyice bir böğürülecek. Arada tabanca patlatılacak. Naralar, sövgüler gırla gidecek. En azından akşamı kurtarmalıyız diye sesleniyorum. Çıt yok.

Sokakta bir cayırtı kopuyor. Modifiye motosikletleriyle gezen iki grup nedense birbirine giriyor. Palalar, saldırmalar, ambulans, polis ekipleri filan. Bu son şansın diyorum ihtiyara. Geliyor musun, gelmiyor musun? Ih diyor. İyi o zaman sen bilirsin. Kalkıp pantolonumu bacağıma geçiriyorum. Hırkamı ve en yeni ayakkabılarımı giyiniyorum. Kapıdan son kez sesleniyorum, gel inat etme Pazar gününün en azından birkaç saatini kurtaralım. Mel mel yüzüme bakıyor. İhtiyarı koltuğunda bırakıp kapıyı kapatıyorum.

Cabir Özyıldız