
Aile: Evlilik ve kan bağına dayanan, karı, koca, çocuklar, kardeşler arasındaki ilişkilerin oluşturduğu toplum içindeki en küçük birlik
Anne, baba, evlat, kardeş. Bunların hepsi için tıpkı “aile” gibi genel geçer tanımlar bulmak mümkün. Ana kucağı, baba ocağı, aile bağı, sıcak yuva, ayrılmayan etle tırnak gibi deyimlere de alışkınız. Bunlar aslında var olanı mı, olması gerekeni mi yoksa özleneni mi anlatıyor? Her anne şefkatli, her baba kucaklayıcı her yuva sıcak mı? Bu sorunun cevabı değişkenlik gösterse de hayatın orta yerinde duran yadsınamaz tek bir gerçek var. O da insanın dünyaya gelme seçimini kendisinin yapmadığı. Tıpkı onu dünyaya getiren insanları seçemediği gibi. Adaletsiz belki de talihsizlik olarak addedilen şey ise seçimleri kendisinin yapmadığı insan yavrusunun hayatı boyunca bu izlerle yaşıyor olması. Var olan sevilme, sığınma, ait olma dürtüsünün ayazda kaldığı çocukların yetişkinliği hatta ebeveynliği de eksik ve yaralı kalıyor.
Dost: Sevilen, güvenilen, yakın arkadaş, gönüldaş, iyi anlaşılan kimse, düşman karşıtı
Dost. Anlamı harf sayısı ile tezat büyük bir kelime. En az anne, baba kadar kuvvetli. İçinde sevginin, güvenin, bağlılığın, özlemin, öfkenin ve küskünlüğünün en’lerini sırtında taşıyor. Peki, dostluğun kuralları, kaideleri, olmazsa olmazları genel geçer midir? Uzun zaman mıdır dost olmanın ederi, ”ilk”lik mi “en”lik mi? Hiç kavga etmemek midir, hiç küsmemek? Her gün görüşmek midir? Her anı, her şey paylaşmak? Hep doğruyu söylemek mi? Gizleyecek hiçbir şey olmaması mıdır?
Dost, ailenin aksine seçilebilir olmasının verdiği şansla daha fazla sorumluluk taşır. Öyle ki bazen ailenin yerine geçer, bazen benliğin, hafızanın, vicdanın ve umudun…
“’Sonsuza dek arkadaşız’ yazıyordu. Oysa sonsuzluk ürkütücü bir girdaptı ve biz en sevdiklerimizi hep o girdapta kaybetmiştik.”
İrem Uzunhasanoğlu’nun 2015 yılında yayınlanan “Gitme, Gül Yanakların Solar”, 2018 yılında yayınlanan “Ufkun Öte Yanı” adlı romanlarından sonra geçtiğimiz aylarda üçüncü romanı “Evvel Bahar” Doğan Kitap etiketiyle okurları ile buluştu. Evvel Bahar, dostluklarının yatılı okulda başladığı iki küçük kızın, Öykü ve Firuze’nin yirmi yıl sonra bir araya gelmesini, geçmişlerini temize çekmelerini yine ve yine birbirlerine tutunmalarını konu alıyor. Aile ve yuva yoksunluklarını küçük kalpleriyle eriten iki küçük kız okul bittikten sonra ayrılır ve yirmi yıl boyunca hiç görüşmez. Hayat onları farklı yerlere savurmuştur. Yaşadıkları, hayatlarına giren insanlar, meslekleri, aşkları ve tutkuları farklı olsa da ikisinin de çocukluğu bir pranga gibi ayaklarına bağlıdır. Eksik anneler, olmayan, olamayan babalar, yalanlar, ihanetler, üvey ebeveynler, anneanneler, babaanneler, özlenen ama hiç kavuşulamayan yuvalar. 40’lı yaşlara yaklaşan bu iki kadın tesadüfen tekrar bir araya geldiğinde, birbirleri ile paylaştıkları geçmişleri bir anlamda kendileri ve sarsıntıları ile hesaplaşma eylemi haline dönüşür. Bu hesaplaşma kimi zaman dostlukları üzerinden olur. Öyle ki birbirini çok iyi tanıyan ama çok uzun zamandır ayrı olan Öykü ve Firuze birbirlerinin aynası, kapalı kutusu ve direnci olmaya devam edecektir. Saf sevgi, güven ve iyi niyetin alışılagelmiş dostluk kaidelerinin üzerinde olduğu bir ilişki, kaldığı yerden devam edecek, kısa bir süre sonra tekrar görünmez iplerle birbirlerine bağlanarak ayrılacaklardır.
“Evvel baharlara aldanmamak lazım.
Elbet aldanacağız. Ya bir gün elimizde aldanacak hiçbir şeyimiz kalmazsa.”
İrem Uzunhasanoğlu, aile, dostluk, çocukluk, gençlik gibi içi dopdolu ve karmaşık kavramlara cesaretle yaklaşıyor. Romanı okurken son kullanma tarihi olduğu düşünülen hesaplaşmalara şahit oluyor, kabuk tuttu sanılan yaraların aslında hiç durmamış kanamalarını izliyoruz. 90’lı yılların toplumsal dokusunu özünde barındıran eserin akıcı ve sade dili, romanı bir solukta okunabilir kılıyor. İçinde barındırdığı derin meselelerin dokunaklı bir şekilde okura aktarıldığı romanda Öykü ve Firuze dışında ustaca yaratılmış pek çok kahraman var. Karakterlerin ve hikâyelerin içinde hayata dair pek çok soruyu tekrar soruyor, içimizde kalan karanlıkları paylaşıyor ama nihayetinde umudu sırtlanıp o evvel baharlara aldanıyoruz. Aşkı, masallara olan inancı, masalları yeniden yazma arzusunu, cesaretini ve gücünü iliklerimize kadar hissediyoruz.
Kitabın son sayfasını kapattığımızda buruk ama aydınlık bir duyguyla baş başa kalıyoruz. Düşünüyoruz: İnsanın o kırılgan hali hayatta kalma dürtüsüyle nasıl da güçlü bir katmanla çevreleniyor. Unutmaya çalışmak yerine kabullenmek, hesaplaşmak ve önüne bakmanın cesareti bazen yıllar, yıllar alıyor. Et tırnaktan bazen kanayarak bazen de hiç birleşmemiş olduğunu bilerek ayrılıyor. İnsan altında kaldığını sandığı çığdan masallar anlatarak, onara inanarak ve nihayetinde kendi masalını yazarak kurtulmayı biliyor. Eksik, yarım, ağrılı da olsa yola devam ediyor, baharları kucaklıyor.
Hande Çiğdemoğlu