
“306, Mete Gündoğan!”
Fakültede bu koca canavara staj gemisi derler. İkinci sınıfa atlayan yüzleri traşlı oğlanları, saçları topuz yapılmış kızları karşılar kıyıda. Otuz beş metreye on metredir ölçüleri. İkinci sınıfa atlayan oğlanlar, kızlar tekmil kıyıya doluşur, güverte reisinin arkasına sıra olurlar. Güverte reisi, öğrencilerin gemiye kabul edilmesi adına birinci zabitten icazet bekler. Birinci zabit, kaptandan icazet bekler. Kaptan, saat sekizi vurunca icazet verir. Birinci zabit sekizi iki geçe icazet verir. Güverte reisi, üslerinin mesaisinin bittiğini bildiğinden, şöyle bir gerinir. Gemi, gün batana kadar onun oyuncağıdır artık. Emri, protokolün kendisine tanıdığı hakkı aşmayacak şekilde, geciktirir. Sabahın sekizinde, beyaz üniformalarıyla tersaneye doluşmuş ikinci sınıflar sıralarını bozmadan, staj gemisine alınmayı beklerler. Üşürler. Şaşmaz, emir sekizi yirmi beş geçe gelir.
“311, Elif Pektezel!”
Ben bu koca canavara Tepegöz derim. Şu yuvarlak antenleri kulaklarıdır. Her bir şeyi duyar. Kaptan köşkü, koca bir gözdür. Karartılmış camlarıyla dört yönü izler. Fakülteye başladığım yıl amirlerimden biri bu gemiyi kırmızısı ve yeşili ile bir geline benzetmişti. “Bu nasıl gelin?” diye soracaktım, durdum. Anladı, gülümsedi. Onun yöresinde gelinler kırmızı ve yeşile bürünürlermiş. Amirim, güverte reisi gibi bir adam değildi. Rütbesinden gayrı yaşama sebepleri de vardı. Rütbeler, bazı insanların yaşama sebepleri. Onları kaybederlerse ölecek gibi oluyorlar. Bu yüzden onlara yapışıyor, çekiyor, sündürüyorlar. Amirim, sanıyorum bunlara tenezzül etmediği için tenzili rütbe edildi ya, bu başka bir mesele. Bu güzel günde canınızı sıkmayayım. Çocuğunuz fakülteden mezun oluyor, az mı? Siz hele şu Tepegöze bir bakın. Pruvasının kırmızısı pastan, teknesinin yeşili yosundandır.
“322, Çağan Şeker!”
Tepegöz kıyıya yanaştığında, tersanenin havası bir başka ezici olur. Burnunuza dolan metal kokusundan bahsetmiyorum. İnsan fakültede okurken bu kokuya alışıyor. Hatta metal kokusu diyerek küçümsemeyelim bey amca. Adınız neydi? Ben de Mesut, memnun oldum Emin amca. Bu kokuyu sana şöyle anlatayım. Dördüncü makinist, ona fakültede çırak derler, güverte iskeletinin konstrüksiyonunda kaynak yapmak için ikinci makiniste danışır. Üçüncüsünü sorma, onun mesaisi henüz başlamamıştır. İkinci makinist, baş makiniste çıkar. Baş makinist, kaptandan icazet alır. Gerisini tahmin edersin. Bu sırada bizim çırağı ter basmıştır. Alnını siler, muhafazasını takıp kaynağa başlar. Kaynaktan sıçrayan kıvılcımlar, çırağın havada asılı kalmış ter zerrelerini yakar. Bu koku, işte o kokudur. Bu kokuya saygı duyarım. Ve fakat Tepegöz kıyıya yaklaştığında… Anlamadım Emin amca? Altay senin oğlun mu? Müstakbel dördüncü makinist. Bilmem mi, dönem arkadaşıyız.
“336, Altay Kırkağaç.”
Bu ne sevinç Emin amca. Nasıl da çıldırmış gibi alkışlıyor. Altay desen nasıl mağrur. Tepegöz, kıyıdan Altay’ı ve sahneye sıralanmış diğer sınıf arkadaşlarımı izliyor. Bana yukarıdan bakıyor. Altay, Dekan hocanın elindeki diplomaya uzanmadan evvel babasına selam duruyor. Sanırsın denizci asker oluyoruz. Sanırsın vatanın mavi hudutlarını bekleyeceğiz. Yok canım, bizim fakülte öyle bir yer değil. Gerçi fakülteyi küçümsemek de benim haddim değil. O zaman ne işin var burada dersiniz. Göz devirirsiniz. Bana, Tepegöz’ün baktığı gibi bakarsınız. Vallahi kimse bana biçimli biçimsiz, kabuklu kabuksuz envaı türlü ifritin kol gezdiği, kadınıyla erkeğiyle sayısız insanı yutmuş bu karanlık kütle üzerinde seyre çıkmak ister miyim diye sormadı. Denizcilik, soyadımızın onuruydu. “Denizci korkusuzdur. Denizci ehemmiyetlidir.” Yok canım! Size denizci dedemin nasıl öldüğünü anlatayım mı? Sarayburnu açıklarında, kendisini alkış kıyamet seyreden genç kızlara gösteri yapayım derken öldü. Bir ters kulaç. Bir ters dalga.
“340, Selin Mercan.”
Aklın şimdi mi başına geldi diyorsunuz, son günü mü bekledin? İnsanın hatasından dönmesi için hiçbir zaman geç değilmiş. Bunu az evvel, annemin yanından kalkıp Emin amcanın yanındaki boş yere oturduğumda fark ettim. Annem ancak bu gururlu günde, daha az evvel kani olmuş denizci dedemin adını yaşatacağıma: Bünyamin Finikeli. Daha az evvel kani olmuş dünyadaki yerimi sonunda bulduğuma.
Fakülteden çıkıyorum. Tepegöz’ün görüş alanının dışındayım. Toprağı avuçluyorum. Toprak gibisi var mı? Beride mikrofon cızırdıyor:
“343, Mesut Finikeli!”
Bırakın hele.
Duran Emre Kanacı