“Uçucu”, ele avuca sığmaz şeylerin filozofu Vladimir Jankélévitch’in ironi hakkında sorulan sorulara cevap aradığı çalışması “İroni”, Yunus Çetin’in çevirisiyle Metis Yayınları tarafından yayımlandı.

Yayınevinin tanıtım bülteninden:
İroni nedir? Sadece bir söz, yani retorik olgusu mu? Peki Batı felsefesiyle kuruluşundan beri nasıl bir ilişkisi vardır? Sokrates’te ironinin işlevi nedir? Edebiyatta, sanatta nasıl kullanılmıştır? İroni yalan mıdır? Hakikatle ne tür bir bağı vardır? Riyakârlıkla, sinizmle, skandalla nasıl ilişkilenir? Tuzakları nelerdir? Yanılsamaların can düşmanı ironiye muhatap olan, karşısındakinin söylemek istediğini anlamakla ne yapmış olur?
“Uçucu”, ele avuca sığmaz şeylerin filozofu Vladimir Jankélévitch, bu sorulara cevap aradığı kitapta, bilincin bilinci ya da farkındalık olarak kavradığı ironiyi müziğe özel göndermeler eşliğinde bütün yönleriyle ele alıyor. İroniden nasipsiz de olmayan üslubunun akıcılığıyla birlikte düşüncesinin hareketini takip etmek bir zevk haline geliyor.
Felsefe, edebiyat ve düşünce tarihiyle ilgilenen okurlarımızın zevkle okuyacağına inanıyoruz.
TADIMLIK
Giriş bölümünden, s. 13-14
Bilgiyle karıştırılan ve –tıpkı sanat gibi– boş zamanın kızı olan temel bir ironi vardır. Hiç kuşku yok ki ironi, sahiden komik olamayacak kadar acımasız olduğu gibi, gerçekten sanatsal olamayacak kadar da ahlakidir. Yine de bunları birbirine yaklaştıran şöyle bir nitelikten söz edilebilir: Sanat, komik olan ve ironi, bu üçü yaşamsal aciliyet’in tavsadığı noktada mümkün hale gelir. Fakat ironi meraklısı kahkaha atandan bile daha dizginsizdir: Zira kahkaha atan, tıpkı cesaretini toplamak için gecenin karanlığında bağıra çağıra seslenen korkaklar gibi, çoğu kez sırf ağlamamak için alelacele güler; bu kişiler tehlikeyi sadece ismini zikrederek defedebileceklerine inanır, onun önüne geçebilmek umuduyla zekiymiş gibi davranırlar. Beklenmedik olaylardan artık çekinmeyen ironi ise tehlikeyle oynar. Tehlike, bu kez bir kafese kapatılmıştır; ironi tehlikenin karşısına geçip onu taklit eder, kışkırtır, sarakaya alır, sırf eğlendiriyor diye tutar onu; eğlence olabildiğince tehlikeli olsun, eksiksiz bir hakikat yanılsaması elde edilsin diye, parmaklıklar arasından canını bile riske atar; sahte korkusunu kullanır ve sürekli ölmekte olan bu enfes tehlikeyi alt etmekten bıkıp usanmaz.
Doğrusu, bu küçük numara kötü sonuçlanabilir, Sokrates de bundan ötürü ölmüştür; zira modern bilinç, eski bilince dehşet salmış o korkunç mahlûkları –cezaya uğramaksızın– baştan çıkaramaz. Yine de ironi duygusu bir gevşeme duygusudur ve oynadığı oyunlara yeniden başlamak için en kısa yatışma ânını kaçırmaz. Düşünce bu şekilde, tarihi boyunca, pek çok ironi vahasını katetmiştir; düşüncenin soluklandığı ve kendisini baskı altında tutan katı sistemlerden uzakta istirahate çekildiği “boş zaman yaşamı” nın (vie scholastique) ve özgür iğnelemelerin çağlarıdır bunlar; nasıl ki bireysel hayatta trajik olan ile uçarı olan birbiri ardınca geliyorsa, ironi meraklısı kuşaklar ile fazlasıyla ciddi kuşaklar da birbiri ardınca gelir. Sokrates’in İsa’dan önce 5. yüzyılın sonlarında zuhur edişi, gençliğe adım atmış olmanın telaş ve coşkunluklarından sonra içimizde ortaya çıkan ergenliğin o ilk ironisini andırır adeta. Sokratik ironi sorgulayıcı bir ironidir; Sokrates, sorduğu sorularla, İyonyalıların evrenin kökenini açıklayan yekpare kuramlarını ve Parmenides’in o boğucu monizmini parçalar. Öncelikle nasıl ki Prometheus titansa Sokrates’in de sofist ama “yoldan çıkmış” bir sofist olduğunu, sofizmle olduğu kadar meteor bilimiyle de dalga geçen bir sofist olduğunu belirtelim. Esasında, şu şarlatanların soluduğu hümanizm ve tartışma ruhu tam da Sokrates’in ruhudur: Varlık-olmayan lehine argümanlar kuran Gorgias ve bir “çelişki” ustası olan Abderalı Protogoras gözümüzü boyamaya çalışırlar. Sözgelimi: Tıpkı Sokrates gibi sofistler de erdemin öğretilebilir olduğunu kabul ederler etmesine, fakat bunu o denli şüpheli nedenlere dayandırırlar ki Protogoras diyaloğunda Sokrates erdemin aktarılamazlığını iddia ediyormuş gibi davranır; zira birtakım hile veya reçetelerden ziyade ilim peşindedir. Sokrates’in (daha sonra Auguste Comte’un Saint-Simon’da kınayacağı gibi) derman tacirlerinde kınadığı şey, arabayı atın önüne koşmaları, çözümleme yapılacak yerde doğaçlamayı tercih etmeleri ve sonuçta, döne dolaşa ihtimalciliğin o her zamanki kestirimlerine başvurmalarıdır. Sofistin hakkından yine sofist gelir: Sokrates bu eristiğin kepazeliğini, bu “amansız hırs”ın sahtekârlığını bozguna uğratır; sorduğu sorularla güzel söz tacirlerini kalbura çevirir ve belagat balonlarını söndürmekten, ağzına kadar beyhude bilgiyle dolu bu sidiktorbalarının havasını almaktan muzip bir zevk duyar. Atinalıların vicdanıdır o, onların hem vicdan azabı hem de vicdan rahatlığıdır; bir başka ifadeyle, Sokrates’in üstlendiği işlevde ironinin yol açtığı sonuçlara özgü uyumsuzluğu görürüz: Bizi ya büyük korkularımızdan kurtarır ya da inançlarımızdan yoksun bırakır. Sokrates bir yandan Atinalıları eğlendirir; Schelling onu Dionysos’a, Ouranos’a ait ıssız gökyüzünün şarkılarla ve seslerle dolmasını sağlayan o genç tanrıya benzetir. Parmenides ise, somut tikellikleri, çokluğu, devingenliği, başkalığı doğar doğmaz parçalayıp yutan, felsefenin Kronos’udur. Dionysosçu mizaca sahip Sokrates, bu doymak bilmez birliği, farklılıkların sevinçli çeşitliliğine musallat olan bu Kronosçu ilkeyi tefe koyar; Sokrates’in şarlatan, hokkabaz ve cinci bir yanı vardır; hiçbir aşırılığa kaçmayan o kadim ve müstahkem kenti mest edip kendinden geçirir ve sonuç olarak, Aristoteles’in çözümlemesinin icra edileceği alanda, tüy gibi hafif, incelikli bir insan bilgisi kurar. O zaman Atinalıların üzerinde bir delilik rüzgârı eser; diyalektiğin daimon’u, cini, meydanlarda ve yol ağızlarında gençlere tebelleş olur; Alkibiades şehrin dikkatini çekmek için bin türlü tuhaflığa başvurur… Yurttaşları paniğe sürükleyen, onları diyalektikle ve sivri fikirlerle sarhoş eden kişi Sokrates, yani şu cinli adamdır; bundan böyle Yunanistan’da ince ve kıvrak düşüncelere, verimli eleştiriye yer açılmıştır. “Seni dinlediğimde,” der şair Agathon’un sofrasında oturan Alkibiades, “Kybele rahiplerinin dansından çok daha çılgın hallere düşüyorum, kalbim küt küt atıyor…”; ve Sokrates’i önce bir silenosa sonra da satir Marsyas’a benzetir ki, ikisi de Dionysosçu varlıklardır. Ama Alkibiades’in yüzünün kızarmasına yol açan, sürdüğü yaşamın yaşamaya değer olmadığını anlamasını sağlayan tek kişi de Sokrates’tir.

1903-85 arasında yaşamış Fransız filozof ve müzikolog. Pogromlardan kaçmış Aşkenaz bir ailenin çocuğu olarak Bourges’ da dünyaya geldi. Babası Samuel Jankélévitch hekimdi ve Sigmund Freud’u Fransızcaya ilk çevirenlerden olacak, Hegel ve Schelling’den de çeviriler yapacaktı. Vladimir Jankélévitch, 1922’de Ecole normale supérieure’e (Yüksek Öğretmen Okulu) girdi, felsefe okudu, Léon Brunschvicg’in öğrencisi oldu. Bitirdikten sonra Schelling üzerine bir tez yazdı. Felsefe öğretmenliği yaptı, ardından üniversitede çalışmaya başladı. II. Dünya Savaşı sırasında askere alındı, omzundan yaralanınca öğretmenliğe döndü. Nazi İşgali döneminde Yahudi aleyhtarı uygulamalar nedeniyle görevinden alındı, sahte kimliklerle gizli yaşadı. Direniş hareketine katıldı, evinde bulunan silahlar nedeniyle tutuklandı. Güçbela serbest kaldıktan sonra direnişçilere felsefe eğitimi verdi, Katolik okullarında çalıştı. Savaştan sonra üniversitedeki görevine döndü, 1951-79 arasında Sorbonne’da ahlak felsefesi ve metafizik dersleri verdi. Mayıs ‘68 olayları sırasında öğrenci ayaklanmasını “canı gönülden” destekledi, 1970’lerde pek çok gösteriye katıldığı için “solun yorulmak bilmeyen yürüyüşçüsü” olarak anılır oldu. Jacques Derrida ile birlikte Fransa’da felsefe eğitiminin reformu için kurulan grupta çalıştı.