“Gece On İki Sancıları”, Ayşegül Bayar Kaya’nın Temmuz 2020’de Öteki Yayınevi’nden çıkan öykü kitabı. Kitapta yer alan sekiz öykü ortak karakterlerle birbirine bağlanıyor. Öykülerden yalnızca biri 12 Eylül’de geçiyor, ama diğer öyküler de bir biçimde 12 Eylül süreciyle bütünleşiyor. Bundan dolayı öyküler için “Bugünün öykülerinde yer bulmuş 12 Eylül fotoğrafları” demek olası. Ayşegül Baya Kaya ile yazma uğraşını ve “Gece On İki Sancıları”nı konuştuk.

Münire Çalışkan Tuğ

Adınızı dergilerde yayımlanan öykülerinizle duyduk ilkin. Ardından “Gece On İki Sancıları” buluştu okurla. İstedik ki sizi biraz daha yakından tanıyalım. Kimdir Ayşegül Bayar Kaya?

Kendini bildiğinden beri yaşamında sanata yer açmaya çalışan, resim ve müzikle başladığı yolculuğuna lise yıllarında yazma eylemini de dâhil eden, hayal kurmak için sessiz odalara çekilen, kahramanlarıyla birlikte uzun yolculuklara çıkan ve bu yolculuklarla hayattan zevk alan biriyim.

“İşe roman yazarak başlamayın”, der Ray Bradbury. “Yazmaya, haftada bir tanesini tamamlayacağınız şekilde ayarlayacağınız bir düzende bir sürü kısa hikâye yazarak başlayın. Bu çalışmayı bir yıl sürdürün; peş peşe elli iki kötü hikâye yazmanız mümkün olmadığına göre başarıya ulaşacaksınız.” Bradbury’nin önerisi, “Neden öykü?” sorusunu aklıma getirdi.

Neden öykü, dendiğinde kendimi öykünün tanımını yapmaya çalışırken bulurum hep. Ortak bir öykü tanımı var elbet ancak çeşitliliğe baktığımda belki de kesin, net bir tanım yapılamayacağını düşünürüm bazen. Ursula Le Guin’in şu sözleri takılıyor aklıma, “Yılların tecrübesi sayesinde bir hikâyenin nasıl anlatılacağını biliyorum ama bir hikâyenin ne olduğunu bildiğimden emin değilim.” Bu noktada öykünün gizemli, öngörülemez, belirdiği anda anlatılması gereken bir patlama anı olduğunu düşünürüm. Beni öyküye yönelten sebepler bunlardır belki, belki de daha az sözcükle daha çok şey söyleyip, derinliği yakalama arzusu…

John Steinbeck, “The Paris Review”a 1975’te verdiği röportajında yazarlara bazı tavsiyelerde bulunur. Onlardan birinde, “Özgürce ve mümkün olduğunca hızlı yazın. Yazacaklarınızı bitirene kadar asla yazdıklarınızı düzeltmeyin veya değiştirmeyin. İşinizi bitirmeden düzeltme yapmaya kalkışmak genelde yazmayı bırakmak için bir bahane oluyor,” der. Siz nasıl yazıyorsunuz, diye sorsam.

Önceden hiçbir plan yapmadan yazıyorum. Şu konuda bir öykü yazacağım da demedim hiçbir zaman. Birdenbire bir sahne canlanır gözümde. Bazen bir kadın, bazen bir adam, bir oda, bir cadde, her şey olabilir bu sahnede. Sonra bu sahneler yoğunlaşır, zihnimde bir öykü kurulmaya başlar. Başı sonu olmayan, neyin nasıl anlatılacağı bile belirsiz bir sahneler yığını, bir taslaktır bu başta ama yeterli olgunluğa eriştiklerinde kendimi bilgisayarın başında bulurum. Kahramanlarım gelip adlarını söylerler bana önce, hiçbirine ad aramam, kurgu kendiliğinden gelişir, öykünün finali bile yazarken belirir. Bu öngörülemez, heyecanlı bir yolculuktur ve bu yolculukta kahramanlarımla birbirimize haddinden fazla bağlanırız.

Latife Tekin, “Durup dururken yazı yazmıyor insan. Yazmak için bir derdinin olması lazım, normal olarak yaşamı sürdüremediğin için yazı yazıyorsun, bir yenilgiden sonra yazıyorsun,” diyor. Siz niye yazıyorsunuz? Sizin ve kitabınızın meselesi ne? Proje nasıl başladı? Hangi süreçlerden geçti ve okura ulaştı?

Neden yazdığımı anlatacak olursam ben de Latife Tekin’e benzer sebepler sıralarım herhalde. Gece On İki Sancıları’nın ortaya çıkış sürecinde de durum pek farklı değil. George Orwell şöyle der, “En çok yapmak istediğim şey siyasal yazıyı sanata dönüştürmek. Çıkış noktam hep bir yan tutuculuk ve haksızlık duygusu.” Haksızlık, benim de çıkış noktam. Gece On İki Sancıları 12 Eylül döneminde yaşanan haksızlıklara duyduğum öfke ile doğdu, diyebilirim. Öykülere hafızaları tazeleme görevi yüklemem de bu öfkenin sonucudur. O dönemde yaşanan, sonuçları günümüze dek ulaşan haksızlıklar, fiziksel-psikolojik şiddet, yarım kalan aşklara, yiten gencecik hayatlara dair dinlediğim acı hikâyeler, kalemi Gece On İki Sancıları’na yönlendirdi. Yazdım, çünkü Orwell’in deyişiyle “Dikkatleri üzerine çekmek istediğim bir olgu var.”

Projenin nasıl doğduğuna gelince… Sıkıyönetim sürerken doğmuş biri olarak annemden şu cümleyi sıklıkla duydum. “Gece on ikiden sonra sancım tutacak diye korkardım.” Bu cümle ben farkına bile varmadan bir tohum gibi zihnime atılmış, benimle birlikte serpilmiş demek ki, iki yıl önce bir öyküyle filiz verdi. Bu öyküm Varlık dergisinde yayınlanmıştı. O zamanlar bunun bir kitaba evrileceğini aklıma dahi getirmemiştim. Sonra bu öykünün içindeki bir kahraman için ayrı bir öykü yazdım. Derken o öyküdeki başka bir kahraman için başka bir öykü. Tıpkı bir zincirin halkaları gibi.

Sokrates dilin suiistimal edilmesi ruhtaki kötüyü kışkırtır, der. Siz süistimal etmek bir yana dille çok iyi dostsunuz. Onunla keyifle oynuyorsunuz. Bu oyun okurun alglarını da geliştiriyor. Çok güçlü imgeler kuruyorsun. Bu da metinin anlam evrenini genişletiyor. Ne dersiniz metnin anlamının çoğalmasında dilin işlevi nedir sizce?

Öncelikle teşekkür ederim. Metinlerimde birincil önceliği dile veriyor, imgelerle anlatmayı seviyorum. Bazen metinlerimin tamamen bu imgelerden beslendiğini bile söyleyebilirim. Şahsi fikrim; bir olayın ya da durumun okur üzerinde bıraktığı etkinin dozunu tamamen dil belirliyor. Bir imgenin içine pek çok anlam gizlenebilir. Bazen yazarken düşünmediğimiz anlamlar dahi yerleşebiliyor o imgelerin içine. Okurken keşfediyoruz onları. İşte o zaman metinde birçok katman beliriyor, anlamlar çoğalıyor.

“Çevremdeki ve içimdeki sesleri duymamak, huzursuzluğumdan kurtulmak için yazıyorum,” der Kafka. Siz de sanki Vişne Çürüğü öyküsünün mekânlarından biri olan Perçem Efendi Mahallesi’ndeki kadınların huzursuzluğunu görüyor, seslerini duyuyor gibisiniz. Perçem Efendi’de olanları Pembe’nin gözünden anlatıp bizi de o kadınların sorunlarına ortak edip içinizdeki seslerden mi kurtulmak istediniz?

Kadına şiddet toplumumuzun en büyük, en acil çözüm gerektiren sorunlarından biri. Vişne Çürüğü öyküsünde de Perçem Efendi Mahallesi, eril zihniyeti temsil eden bir sembol. Pembe’nin sıkışmışlığını bir mahalleyi kişileştirerek vermeye çalıştığım bu öyküde, kadın sorunsalına değinerek, farkındalık yaratma eylemine katkıda bulunmak istedim. Aslında ben Pembe’yi değil, Pembe beni buldu diyebilirim. O kendine has, biraz eğlenceli, biraz buruk diliyle “Ben çok şey biriktirdim içimde. Şu dediklerimi bir yazıver de, herkesler okusun.” dedi bana. Bir yandan, “İçimdeki seslerden kurtulmaya çalışsaydım bu öykü hiç doğmayacaktı.” diyorum ama öte yandan Pembe’nin derdini aktararak içimde beni üzen, burkan o sesli cümleleri de akıtmış oldum. Belki de seslerin döngüsü hiç bitmeyecek içimde. Onlar konuşacak, ben kurtulacağım, sonra başka sesler başlayacak ve bu böyle sürüp gidecek.

Öykülerinizi severek okudum, ama Nuri’nin öyküsü bir başka işledi içime. Okuduğumdan beri omzunda radyosu, kartal gibi keskin bakışları, kimseyi umursamayan tavrı ile baktığım her yerde onu görüyor gibiyim. Gözlerden uzak tutulmak isteneni, gizleneni, unutturulmaya çalışılanı gören ve alfabetik sıraya göre utanç listesi tutan Nuri. Bana öyle geliyor ki Nuri karoları saya saya utanç listesine yeni eklemeler yapmaya devam ediyor. Nuri’nin kendine görev edindiği işten hareketle sormak istiyorum. Sizce, edebiyatın hafızayı tazelemede üstü örtülenleri unutulanları yeniden gündeme getirip bilince çıkarmada, dolayısıyla da toplumu değiştirip dönüştürmede nasıl bir işlevi var, olmalı ya da olmalı mı?

Toplumsal olayları izlemek, etkilerini yaşamak -ister doğrudan ister dolaylı olsun- kişinin zaman içinde nerede durması gerektiğine karar vermesini sağlarken yazar için de neleri söylemek istediğini belirliyor bence. Yazmayı bir mücadele biçimi olarak görüyorsanız birilerine mutlaka dokunuyorsunuz zaten. Derdi olan her bir metin, zihinlerimizde kurguladığımız dünyanın bir tuğlası bence. Bu tuğlalarla kurgu dünyasını gerçek bir dünyaya dönüştüreceğiz belki de. Yeri gelmişken, Gece On İki Sancıları’ndan bir cümle eklemek istiyorum: “Sözcüklerin gücü küçümsenebilir mi?”

Nuri’ye gelince, ne yazık ki devam ediyor listesine yeni utançlar eklemeye, edecek de. Kendisi de diyor ya öykünün sonunda “Karıştırdım işte, sokağın en başına dönmem gerekecek,” diye. Keşke Nuri’nin hiçbir olumsuzluğa şahit olmadığı, şahit olduklarını hatırlatmak, listelemek zorunda kalmadığı bir mutlu bir ülkede yaşasaydık.

Etgar Keret, “Yazmak başka bir hayat yaşamanın yoludur. Bir sürü farklı hayat yaşamanın. Asla olmadığınız ama içlerinde tamamen sizi barındıran sayısız insanların hayatını. Oturup bir sayfayla yüzleşmeye çalıştığınız –başaramasanız bile– her seferde hayatınızın ufkunu genişletebilme fırsatına sahip olduğunuz için şükran duyun. Bu eğlencelidir. Harikadır. Fiyakalıdır. Ve kimsenin sizi aksine inandırmasına izin vermeyin,” der. Ben de size sorsam, en çok hangi kahramanınızla yaşamaktan etkilendiniz? Bu etki eğlenceli miydi, fiyakalı mı, acı mı?

Evlat ayıran bir anne konumuna düşmek istemem ama kitaptaki tüm karakterler bir yana Güray bir yana. Kahramanlarımın içinde en çok onu seviyorum. Onun yaşadıkları, gördüğü işkencenin fiziksel ve ruhsal izlerini taşırken zar zor hayata tutunmaya çabalaması beni çok etkiledi. En çok da masumiyetini sevdim onun ve bu masumiyet yazma süreci boyunca acıyı da, öfkeyi de merhameti de beraberinde getirdi. Ben, gideceği yere ne zaman ulaşacağı belirsiz olan o trende, Güray’ın yanında yolculuk yaptım aylarca. Bana da ona da, derin bir acı kaldı bu yolculuktan.

Oda adlı öyküde bir işkencecinin hayatını kızının gözünden anlatıyorsunuz. Şeref’in kızı da babasının karanlık geçmişinden işkence mağdurları kadar olumsuz etkileniyor. “Şimdi uzaklarda bir yerlerde, arada yüzlerce, binlerce duvar bile olsa bir kemiğin kırılışını işitebiliyorum. Elektrik düğmelerine basıldığını, bir kapının kapandığını, bir sandalyenin devrildiğini, bir musluğun açıldığını, bir sabunun kayıp yere düştüğünü. Çığlıkları, küfürleri, her şeyi… O bu sesleri kendi sesiyle örttü hep. Bana sadece gülen yüzünü gösterdi. Saçlarımı okşadı, alnımdan öptü, ellerimi avuçlarının içinde sakladı. Çocukluğumu, ilk gençliğimi babalığına bastırdı. Tüm bunları yaparken duvarları küflü ölüm odalarında sabahlıyormuş meğer. Oralarda kendi gölgesiyle boy ölçüştükten sonra hiçbir şey olmamış gibi çıkıyormuş. Ellerini yıkayarak.” diyor Gülsüm, işkenceci babası için. İşkenceden sonra elini sabunlamakla arınıyor mu babanın elinin kiri?

İşkence konusu uzun uzun irdelenmesi gereken, uzmanlık gerektiren bir konu. Psikologlar, psikiyatrlar yıllarca süren araştırmalarla işkencecilerin nasıl bir duygu durumu içinde olduklarını anlamaya çalıştılar. Dolayısıyla bu konuda ahkâm kesmek istemem, ancak Şeref’i yazarken ona karşı hissettiğim nefret hakkında konuşabilirim sanırım. Şeref, işkencecilerin hakikaten sıradan insanlar gibi aramızda dolaştıklarını bize bir kez daha hatırlattı, tüylerimizi ürpertti, nefreti tetikledi. Kıyımdan dönen elleriyle kızının saçlarını okşayan, okşayabilen bir insan… Şeref bir hayal ürünü elbet ama o yıllarda hayat karartan yüzlerce işkenceciye bir örnek maalesef. Belki de asıl önemli olan onları üreten koşulları ortadan kaldırmak, ellerini yıkayabilmeleri için onlara hiç fırsat vermemektir.

Yeniden Doğmamı Bekle adlı öyküde parkta oturan bir kadınla tanıştırıyorsunuz okuru. Fırat, Hayal’i beklerken kadın onu izliyor ve kendi yaşamından acıları anımsıyor. Benzer acıları yaşayanlar birbirini bakışından, duruşundan tanıyor, seviyor. Kadın yardım etmek istiyor Fırat’a, onunla konuşuyor, darda kalırsa evine gelebileceğini söylüyor. Oysa bugün yanında gerçekleşen bir olaya tanık olmamak için başını başka yöne çeviriyor insanların çoğu. Bir de Kadir Şeker meselemiz var biliyorsunuz. Ne dersiniz, acıları paylaşmayı birbirimizi anlamayı unuttuk mu o günlerden bu güne?

Parktaki kadın Fırat’ı yeşil parkasından tanıdı, görüşlerini, düşüncelerini bu parkadan anladı, onu o sembolik duruşu yüzünden sevdi çünkü aynı uğurda ölen kocasına benziyordu bu delikanlı. Onları yakınlaştıran acıları sayesinde kendi ortak dillerini geliştirdiler. O yıllara baktığımızda da benzer olayların yaşandığını görüyoruz ama biz toplum olarak birbirimizi anlamayı unuttuk, belki de hiç bilmiyorduk. “İnsanlar sağır, dilsiz, kör.” diyor ya şapkalı kadın da. “Sırf yalnızlığını gidermek için bir kaldırım taşıyla konuştuğunu düşünsene.” Yine de ortak bir acı var. Ortak acılarımız, ortak haykırışlarımız var, er ya da geç ortak dilimiz de oluşacaktır.

Ray Bradbury yazarlara ve yazar adaylarına, “Yazdıklarınızla ulaşmak istediğiniz şeyin bir insanın yanınıza gelerek ‘Yazdıklarınızdan dolayı sizi çok seviyorum,’ demesi olduğunu unutmayın,” der. Yazdıklarınızın beğenilmesi, okurun dünyasında olumlu bir etki yaratması sanırım her yazarın temel beklentisidir. Kitabınız, dünyanın yüzyılda bir yaşadığı felaketlerden birinin en yoğun olduğu dönemde çıktı. Okura ulaşmanız, okurun size ulaşması da zor tabi bu süreçte. İnternet üzerinden takip ettiğim kadarıyla olumlu dönüşler alarak kısmen de olsa bu karabasanı delmiş görünüyor. Gece On İki Sancıları ile ilgili geri dönüşleri sormak isterim.

Gece On İki Sancıları, 12 Eylül’ü olaylardan ziyade bireylerin ruhsal çözümlemelerinden hareketle ele alan bir dosya. Bu özelliğiyle diğer 12 Eylül dosyalarından ayrıldığını, farklı bir nitelik kazandığını dile getirenler oldu. Beni en çok sevindirenin bu yorum olduğunu söyleyebilirim. Şu ana dek okurlardan son derece olumlu dönüşler aldım. Özellikle o dönemi birebir yaşayan kişilerden.

Okumayı kitaplar dünyasında yaptığımız keyifli bir yolculuk olarak tanımlarsak, bu yolu birlikte yürüdüğümüz yazarlardan da söz etmeliyiz, diye düşünüyorum. Siz bu yolu kimlerle yürüyorsunuz?

Türk edebiyatında, başta Bilge Karasu olmak üzere elli dönemi öykücülerinin tümü için, izlerinden yürüdüğüm yazarlar, diyebilirim. O dönem öyküleri gerek dil gerek estetik bakımından beni hem bir okur hem de yazan biri olarak içine çekiyor. Adını anmadan geçemeyeceğim diğer yazarlar da Oğuz Atay ve Yusuf Atılgan. Dünya edebiyatında ise varoluşçu edebiyatı bana sevdiren, her bir kitabı yıldırım gibi başıma düşen Kafka, zekâsına ve derinliğine hayran olduğum Oscar Wilde ve en ufak ayrıntıyı dahi bir anlatım şölenine dönüştüren Marcell Proust beni en çok etkileyen yazarlar.

Gelenektendir, hep sorulur. Ben de sorayım. Gece On İki Sancıları’ndan sonra neler okuyacağız sizden?

Bir novella üzerinde çalışıyorum. Henüz başlangıç aşamasındayım. İki genç adamla boğuşup duruyorum. Bakalım neler olacak sonunda?

Sorularımıza verdiğiniz yanıtlar için teşekkür ederiz. Yazın yolculuğunuzda başarılar dileriz.

Ben de size teşekkür ederim. Keyifli bir söyleşi oldu benim için. Gece On İki Sancıları üzerine değişik ortamlarda tanıtım yazıları yayımlandı ama söyleşi yapılmamıştı. İlk söyleşi olması da çok heyecan verici.