1.Ekim.20
“Burada edebi eleştiriden bahsediyorum ve içinde yaşadığımız dünyada bu, neredeyse barıştan bahsetmek kadar beyhude.” [George Orwell, Balinanın Karnında, s. 7]
***
Ataç’ın ruhu duymasın ama “ve” ile başlayan dizeleri çok seviyorum, “ve” ile başlayan dizeleri olan şiirleri genelde çok seviyorum.
Örnekse Hasan Hüseyin’in “Güzel Günler” şiiri.
2.Ekim.20
Tuğba Gürbüz, Kurmaca Biyografiler adlı bloğunda bir belgeselden bahsetmiş: “Ahtapottan Öğrendiklerim”. Gerçekten güzel bir film. Kabaca, bir adam ve bir ahtapotun dostluğunu anlatıyor.

Ve fakat izlerken aklıma başka bir insan-ahtapot dostluğu düşüp durdu: Ahtapot Şakir ve Servet Şengül’ün dostluğu. Üstelik bu dostluk daha da güzel, çünkü gerçek değil. Gerçek bir olaya dayanmıyor.
6.Ekim.20
Rüyamda beş-altı kez öldürüldüm. Her seferinde uyandım ve bir sigara içtim. Delik deşik bir uyku. Böylece rüya-dışı bir cinayet teşebbüsü olarak “sigara içerek ölmek” de eklenmiş oldu. Neye eklenmiş oldu? Birinde uçurumdan düşüyordum, birinde bir keskin nişancının fişeğine hedef oluyordum, birinde bıçaklanıyordum, birinde tam durduğum yerin altında bomba patlıyordu. Birinde de kimse ama kimse benimle konuşmuyordu ve dostlarım, arkadaşlarım beni görmezden geliyordu [bunun sonunda ölüm var mıydı, tam hatırlamıyorum]. İşte bunlara eklenmiş oldu.
14.Ekim.20
Kadri Öztopçu, benim geç keşfettiğim bir yazar oldu. Okumaya da tersten başladım. Önce, bu yılın başlarında, yayımlanan son kitabı Kimsenin Bilmediği İnsanlar’ı okudumdu. Bu kitabı sevmiştim zaten ama Furgan Pişkin’in, Öztopçu’nun Yanlış Hikâyeler kitabıyla ilgili yazısından sonra bu kitaba da el attım. Okuduğum şeyin tam manasıyla bir öykü olmasının keyfini çıkara çıkara her gün bir öykü okuyorum. Atmosferiyle, diliyle, uzunluğu-kısalığı [daha doğrusu yoğunluğuyla] iyi öyküler yazmış Kadri Öztopçu.
17.Ekim.20
Ben Henrik Nordbrandt’ın çevirmeni olarak biliyordum Murat Alpar’ı. Oysa pek çok şairi Danca’dan Türkçe’ye, Türkçe’den Danca’ya çevirmiş bir kültür insanı, bir şair ve çevirmenmiş.
Toprağı bol olsun.
Kitap-lık’ın son sayısında (sayı 211) Henrik Nordbrandt üzerine bir yazısı ve Nordbrandt’ın son iki kitabından çevirdiği birkaç şiir var.
“Alev” başlıklı şiir şöyle:
Günbatımının ömrü bir kibritin
alevininki kadar kısa.Ancak şöyle bir görüveriyor insan
asla ulaşamayacağı şeyi.
19.Ekim.20
Yunus Nadi Ödülleri, ülkenin en köklü ve önemli ödüllerinden biri. Çeşitli kategorilerde veriliyor. Bizim işimiz edebiyat, oraya bakalım. Şiir, öykü ve roman kategorilerinde verilen ödüller, benim bildiğim, her yıl Cumhuriyet gazetesinde ilan edilir, ve hatta yanılmıyorsam, Perşembe günü çıkan kitap ekinde ödülü kazanan yazarlarla söyleşiler yayımlanır.
Bu yıl bir değişiklik oldu, şiir seçici kurulunda bulunan Doğan Hızlan, kazananları Cumhuriyet’ten önce ilan etti. [Bkz: Hürriyet’teki 17 Ekim 2020 tarihli yazısı]. Bir karışıklık oldu herhalde. Sonuç olarak, bugün Cumhuriyet gazetesi de tüm kazananları [ve şiir ödülünü kazananları tekrar]ilan etmiş oldu.
Bu tür karışıklıkları önlemek için bir çözüm önerim var: Doğan Hızlan adına bir edebiyat ödülü tertip edilsin. Tüm kategorilerde tek seçici Doğan Hızlan olsun ve kazananları istediği zaman, kafasına göre duyursun. Hiçbir karışıklığa mahal verilmemiş olur böylece.

Laf lafı, laf tütün tabakasını açtırıyor.
Haldun Taner’in bir Yunus Nadi Roman Armağanı anısı var ki! Şimdi ondan açmanın tam zamanıdır. Haldun Taner’le birlikte Yakup Kadri, Vâlâ Nurettin, Yaşar Nabi, Sabahattin Eyuboğlu, Orhan Kemal, Behçet Necatigil, Azra Erhat’tan oluşan jürinin başkanı –elbette– Halide Edib’tir. Jüri tam roman değerlendirmelerine geçecekken Halide Hanım söz alır, vakti olmadığını söyleyerek birinciliği hak eden eseri işaret eder.
Gerisini Haldun Taner’den dinleyelim:
Haddim olmayarak müdahale ettim. “Ya filan eser hakkındaki fikriniz nedir?” diye sordum. “Onların hiçbirini okuyamadım” dedi. “Ama birinci falan eserdir, siz artık aranızda ikinciyi seçersiniz.” Jüri heyetinin de ikinciyi seçtiği bir toplantıda hiç bulunmamıştım. Yunus Nadi Armağan tüzüğünde de böyle bir şey yoktu. Ama mademki bir jüride Halide Edib Adıvar vardı, orada artık usul, tüzük söz konusu olamazdı.

İnsanoğlunun bu korkunç güzel ve boktan dünya üzerindeki mazisi hem çok uzun hem de çok kısa aslında. Sapiens’in yazarı Yuval Noah Harari’ye kulak verecek olursak, kültür dediğimiz olguyu ortaya çıkaran Bilişsel Devrim, yaklaşık 70 bin yıl önce başlamış.
Yukarıda gördüğünüz, Güney Fransa’daki Chauvet-Pont d’Arc Mağarası’nın duvarlarını süsleyen el ise 30 bin yıl önceye tarihleniyor. Bilinen en eski resim. Tuhaf atalarımız işi gücü bırakmış, el baskısı çalışmışlar. Elini duvara koyup bir borudan üflediği boyayla mağara duvarlarını resimleyen tuhaf adamlar bunlar. [Duvarlardaki ellerin genelde sol el olmalarından yola çıkarak böyle bir tahminde bulunuyor biliminsanları].
Miladımızı ister 70 bin, ister 30 bin yıl öncesinden başlatalım, fark etmez, homo sapiens denen melun tür, binyıllar içerisinde evrene, dünyaya, dünya üzerindeki yaşama ve kendi uydurduğu olgulara dair epeyce bilgi edindi. Ve fakat evrende hâlâ bilmediğimiz şeyler var, sırlar mevcut. Sır, çünkü henüz bilmiyoruz. Nedir, iki şeyden yüzdebinbeşyüz eminiz. Bir: Öleceğiz. İki: Doğan Hızlan, bilinen dünyanın [eğer sonsuz uzayın bir köşesindeki başka bir gezegende bir benzeri yoksa] en çok kitap okuyan insanı.
Saymadım ama kabaca bir hesap yapalım, rakamları düşük tutalım ve Hızlan’ın beş ödülün jürisinde [ve elbette jüri başkanı olarak] yer aldığını varsayalım. Bu beş ödülün her birine yüz [rakamla 100] dosya ve/veya kitap geldiğini düşünelim. Demek Hızlan, yılda en az beş yüz [rakamla 500] kitap okuyor. Rakamları çok çok düşük tutarak yapılmış insaflı bir tahmin bu. Hızlan, kuvvetle muhtemel ki beşten daha fazla ödülün jürisinde ve bazı ödüllere gelen dosya/kitap sayısının yüzden fazla olduğunu da biliyoruz. Bu durumda, şöyle söylersek gerçeğe biraz daha yaklaşmış oluruz: Hızlan yılda en az beş yüz [rakamla 500] kitap ya da kitap hacminde dosya okuyor.
20.Ekim.20
Her gece aynı saatte çöp kamyonu geliyor. Pencereler kapalı bile olsa müthiş bir gürültü kopuyor. Her gece, aynı saatte. Öyle oldu ki, artık o sesi duymadan uyuyamıyorum, uyumuş olsam bile muhakkak uyanıyorum. Pürdikkat dinliyorum sesleri. Çöp kamyonunun uzaklaşmasıyla birlikte geliyor uyku. Uyku değil de sanki Pavlov’un köpeği.
***
İnanç Avadit, “sana bu mektubu tertemiz bir mezbahadan yazıyorum dostum” dizesiyle başlayan Mezbaha adlı şiirinde şöyle diyor:
güneş doğdu elbet
şiir yazılmaya devam etti
sabahları bile sevdik dostum
onca ölümün üzerine doğmuş sabahları
ilerleme diyoruz adına bir şeylerin
ben kendi adıma memnunum da biraz
en azından çok değil, iki yüz yıl önce
savaşın kötü bir alışkanlık olduğunu kimse düşünmüyorduartık düşünüyoruz öldürmeye de devam ederek
yepyeni öldürme biçimleri
bu tertemiz mezbahada dostum
geride tek bir canlı hücre dokusu bırakmadan öldüren bombalar
adına ilerleme diyoruz bir şeylerin
önümde gaz ve toz bulutu içinde meydanlar
21.Ekim.20
Kendi çevremizde, ailemizde, iş yerimizde, dostlarımızla, sevgilimizle ilişkimizdeki zorbalıklar için kılımızı kıpırdatmıyor, ağzımızı bile açmıyoruz. Ama Şili’deki protestolar heyecanlandırıyor bizi. Nobel ödülleri hakkında ahkam kesmekten geri durmuyoruz. Ve fakat Türkiye’deki ödüllerde gün gibi ortada olan tuhaflıklar hakkında tek söz etmiyoruz. Üniversitedeki iş arkadaşlarımız, meslektaşlarımız, hocalarımız, arkadaşlarımız barış istedikleri için işten atılıyorlar. Susuyoruz. Ama Chomsky ya da Zizek akademik özgürlük hakkında bir laf ettiğinde heyecanla “paylaşıyoruz”. Biz entel magandayız, biz basmayız (Evet, Berfe’nin basma’sı). Okumuş cahilleriz biz.
Sosyal medya yaratığıyız. Yeni bir türüz.
Onur Çalı
Dünlükler’in bir okuyucusu olarak ara sıra dayanamayıp yorum yazıyorum Onur Çalı.
Nedir, “İnsanoğlunun” yerine “İnsanın” olsa ve öyle yazılsa :)))
Haklısınız. Dilimize yapışmış kalıplar bunlar. Ben bazen “insanoğulları ve kızları” diyorum. Bazen insan, bazen insanlık. Teşekkürler eleştiri ve yorumunuz için.