1991 doğumlu Uğur Morkaya’yı “Beyaz Kale Romanının Yeni Tarihselcilik Kuramıyla İncelenmesi”, “Atatürk Döneminde Türk Romanında Müzik Unsuru”, “Edebiyat ve Opera İlişkisi” başlıklı akademik incelemelerinden ve “Kitaplık”, “Karahindiba”, “Karakalem” dergilerindeki öykülerinden tanıyoruz. Yazarla, Kutu Yayınlarından Kasım 2019’da raflarda yerini alan “İçimde Bir Ses Kaldı” adlı öykü kitabından yola çıkarak “edebiyat ve müzik” üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik.

Mehmet Şen

Müziğin edebiyat ile ilişkisini irdelemeden önce, sizi biraz daha yakından tanıyalım isterim. Nasıl bir çocuktunuz? Yazmaya nasıl ve ne zaman başladınız? Sizi kimler etkiledi? 

Aslında herkes gibi bir çocuktum. Fazlasıyla dışa dönük olduğumu söyleyebilirim. Bugün bile o özelliğim kaybolmuş değil. İnsanlarla kurduğum iletişim gücümün yüksek olduğunu çocukluğumdan beri farkındayım. Ancak çocukluğumdan beri insanlara hemen güvenemem, tartarım, ölçer biçerim. Ama benim çocukluğum, ergenliğim ile ilgili aklımda kalan ve ömür boyu da etkisini sürdüreceğine inandığım en önemli şeyler müzik, resim sanatlarına karşı duyduğum ilgi, bir de zamanımın büyük çoğunluğunu okumaya ayırmamdır. Tabii ki bende sokakta saklambaç oynadım, TV programlarında yayımlanan yarışmaların benzerlerini arkadaşlarımızla yazın sokaklarda canlandırdım ama kendime de kişiliğime de vakit ayırmışım.

İlk cümlede söylediğim gibi ben de herkes gibi bir çocuktum. Benim de mutlu ve hüzünlü zamanlarım, acılarım, gözyaşlarım, kahkahalarım olmuştur. İşte bu birikim bir şekilde dışarı akmak için bir yol arıyor kendine. İlk önce müzikle aktı gibi. Evde sürekli şarkı söyleyen bir tiptim. Sonra ortaokula geçince hala minnetle andığım, çok saygı duyduğum resim öğretmenim sayesinde başka bir yeteneğimin farkına vardım. Uzun süre resimle uğraştım, bir şeyler çizdim, çizdiklerimden para dahi kazandım. Ama olmadı, devamı gelmedi. Şimdilerde evimin ya da eş dostun duvarlarında güzel bir hatıra olması amacıyla yaptığım çizimler var. İşte tüm bunlar bir yandan yavaş yavaş ömrünü tüketirken bir anda yazmaya başladım. Gerçekten bir anda oldu. Orhan Pamuk’un Yeni Hayat’ının ilk cümlesi meşhurdur: “Bir gün bir kitap okudum ve bütün hayatım değişti.” Evet, benim hayatıma da etki eden bir yığın kitap oldu ama bu kitapların büyüsünden etkilenip bir gün ben de yazar olacağım demedim. İlk öykümü üniversiteden mezun olduğum yıl, 2014’te, bir gece Keçiören’de yaşadığım öğrenci evinde yazdım. Galiba özel bir yeri olduğu için İçimde Bir Ses Kaldı’nın ilk öyküsü de yazdığım bu ilk öykü oldu. Ve sonrası geldi. Sonrası nasıl geldi, nasıl oldu, ruhuma, zihnime, kelimelerime nasıl yansıdı, nasıl döküldü ben bile anlamadım. 

İçimde Bir Ses Kaldı, adıyla ve kapak tasarımıyla biz okurları müzikli bir yolculuğa davet ediyor. O halde soralım, edebiyat ve müzik sizin için ne ifade ediyor?

Edebiyat ve müzik. Üzerine uzun yıllar düşündüğüm, hala düşünmeye de devam ediyorum, hatta yetmeyip iki tane tez çalışması yapıp, bildiriler sunduğum bir konu. İnsan hem kişisel tarihinde hem de kültürel, toplumsal tarihinde doğa karşısında, duyguları, düşünceleri karşısında ve bunların getirmiş olduğu çağrışımlar karşısında birtakım tanımlamalar yapar. Bunu yaparken de sesten, sözden, çizgilerden, ritimden, renklerden, biçimlerden faydalanır. Tüm bunları estetik bir kaygı ile yaptığımız zaman aslında sanatın da adımlarını atmış oluyoruz. Sanat eseri ortaya konurken işte bu malzeme çeşitliliğinden faydalanır. Sanat dalları arasındaki ayrımı da kullandıkları malzemelerin farklılığı ile belirliyoruz ama şöyle bir şey var ki hiçbir şey tek başına var olamıyor. Sanatın tüm dalları bir bakıma birbirine ihtiyaç duyuyor. Bu noktada bana göre en fazla etkileşim içinde olan da müzik ve edebiyattır. 

Edebiyat baktığımız zaman en basit anlamla malzemesi kelimeye, söze dayanan bir sanat dalıyken; müzik ise, sese bir yandan da söze dayanan bir sanattır. Sanat eserleri çeşitli gruplara ayrılırlar. Bunlardan biri de fonetik sanattır ve edebiyat ve müzik fonetik sanat grubundadır. Bu iki sanat dalının aynı tür içinde yer alması bile aslında onlar arasında bir etkileşimin kaçınılmazlığını göstermektedir. Müzik ve edebiyat arasındaki birliktelik; söz ve sesin ahenkli dansı, uyumun düeti, bazense sözün kenara çekilip sesi kenardan izlediği beraberliktir. Müzik her zaman uyumun, sürekliliğin peşindedir; ritmi bozmayacak armoni ve melodiyi bulmanın peşindedir. Baktığınız zaman bir edebiyatçının da en fazla kullandığı malzeme ritim ve ölçüdür. Müzik için sesin ritmi ahengi neyse, edebiyat için de kelimeler, kelimelerin yinelenişi ve hece uyumları o derecede önem kazanmaktadır. Aksak bir tempo, notanın düşmesi nasıl rahatsızlık vericiyse, bir öyküde, romanda, şiirde sürekli tekrarlanan kelimeler aynı etkiyi yapmaktadır. Eski çağlarda tapınmalar, yakarmalar sırasında okunan ezgili şiirler zaman içerisinde yazıya geçer. Bu yazıya geçiş sürecinde şiir sanatında, her ne kadar farklı formlara girmiş olsa da hep aranan şey ritim, ahenk, vezin, kulağa hoş gelen bir seda olmuştur. Bu da göstermektedir ki müzik ve edebiyat, şiir ile başlayan bir yolculuk, arasındaki ilişki çok eski dönemlere uzanmaktadır. Bu kadim birliktelik de benim için vazgeçilmez derecede önemli olmasının dışında, dünyayı, insanları, kendimi anlama ve anlamlandırma açısından değerlidir. 

Yazarlar için ilk kitabın yayımlanması genellikle zorlu bir süreçtir. Siz bu süreçte neler yaşadınız?

Ben bir zorlukla karşılaştım diyemeyeceğim. Biraz arkadaş torpili yaşamış olabilirim. İlk öykülerimi yazdığımda sadece kendime yazıyordum. Hiç kimseye okutmamış olabilirim. Belki de yakın arkadaşlarıma sadece. Üniversitede aynı bölümde okuduğumuz çok sevgili arkadaşım ve kitabımın da editörü olan Ali Oktay Özbayrak, “Artık senin şu öyküleri gün yüzüne çıkarmak gerekiyor” diyerek Karahindiba dergisinde çıkarmaya başladı. Sonra, biliyorsunuz günümüzde dergicilik zor bir iş. Belli başlı dergiler dışında, ekonomik destekleri olmadan yayın hayatına uzun soluklu devam etmeleri imkânsız neredeyse. Karahindiba dergisi yayın hayatını bitirince Ali Oktay peşimi bırakmadı, bir öykü dosyası hazırladık beraber ve Varlık dergisinin Yaşar Nabi Nayır Gençlik Ödülleri yarışmasına göndermiştik. Orada dikkate değer bulunması kitabın çıkma sürecini hızlandırdı. İlk öykü dosyasında bazı değişiklikler yapıldı, yeni öykülerle zenginleştirildi derken bir gün Ali Oktay’dan gelen telefonla kitabın çıkacağını öğrenmiş oldum. Sağ olsunlar Kutu Yayınları ve Ali Oktay ile Alparslan Demir sayesinde bu kitap çıkmış oldu. Kitabın çıkış sürecinde karşılıklı iletişim halinde sorunsuz ve hızlı bir süreç yaşamış olduk. Belki ben bu konuda şanslıyımdır. Çünkü sorunuzda da belirttiğiniz gibi ilk kitabını çıkarırken veya çıkardıktan sonra hayal kırıklığı yaşayan, süreçten bunalan arkadaşlarım da olmadı değil. 

Lev Nikolayeviç Tolstoy, Beethoven’den etkilenmiş. Bestecinin Kreutzer Sonatı yazarın aynı isimde bir roman yazmasına neden olmuş. Edebiyat müziği, müzik de edebiyatı etkiliyor anlaşılan. İçimde Bir Ses Kaldı’daki ilk öykünüzde Sezen Aksu’nun “Ablam Aşktan Öldü” şarkısı karşılıyor okurları. Öyküler ilerledikçe klasik müzikten ve türkülerden de bol bol yararlanıyorsunuz. Benim merak ettiğim, öykülerin içeriğine göre mi seçiyorsunuz bu müzikleri yoksa müzikler mi belirledi içeriğinizi?

Hiçbir şey planlı olmuyor. Ben yazarken plan yapmıyorum. Dinlediğim bir müzik de yazmamda etkili olabiliyor, anlatmak istediğim kurguya uygun müzik de bulabiliyorum. İçimde Bir Ses Kaldı’da öykülerdeki müzikler bu yapıda ilerledi. Bir gece Ablam Aşktan Öldü’yü dinlerken ilk öykümü yazmıştım. Oysa benim öyküm ve şarkının öyküsü birbirinden oldukça farklı. “Bir Yazma, Bir Türkü – İzmir” öykümde yer alan türkü ise sözleri bana ait olan bir türkü. Bestelenmiş mi değil, güftesi var mı? Hayır. Ama önce o sözleri yazmıştım ve ardından yazdığım öykünün kurgusuna uygunluğunu görünce oraya eklemek istedim. “Annemden Kalan Bir Türkü Üzerine Metin” adlı öyküde o dönem yaşadıklarımdan ortaya çıkan bir öyküydü. Orada anlatılan anne karakteri ile Aysel Gürel arasında çağrışımlar vardır. Müjde ve Mehtap Ar anneleri Aysel Gürel’i kaybettiklerinde bir programda geçmişte yaşadıkları zorluklardan bahsedince o anne karakteri beni etkilemişti. Ne tesadüf ki hem Aysel Gürel’in hem de benim en sevdiğim türkülerden biri Pencereden Kar Geliyor türküsüdür. Böyle bir öyküde bu türkü olmazsa olmazdı. Bayan Camilie’nin hikâyesini anlatırken birçok kişi söylemiş olsa da Edith Piaf ile bütünleşen La Vie En Rose şarkısı fonda bize eşlik eder. Şarkının da kurgunun da hikâyesinde aşk sözcüklerine kanmış, görür görmez kalbini kaptırdıkları bir adamın yanında pembe bir hayat yaşayan kadınlar vardır. Camilie mutsuzdur, ben o mutsuzluğu Edith Piaf’ın o histerik, anlamlı ve acılara sesiyle tutunmuş halini bu şekilde anlatmayı tercih ettim. Yani ne müzik hikâyeyi belirliyor diyebilirim ne de hikâye müziği. Aslında birlikte bir yola çıkıyorlar ve müzik bittiğinde hikâyede bitmiş oluyor. 

Müziğin sizin için sadece çalışmalarınızı güdüleyici bir sanat dalı olmadığını, öykülerinizde müzikten bir ritim, kurgu ve eğretileme ögesi olarak yararlandığınızı görüyoruz. Biraz bu konuya değinmenizi istiyorum, müzik bir yazara ne tür olanaklar sağlar? 

Aslında soruyu şöyle değerlendirmek isterim. Müzik bir yazara ya da bir yazar müziğe ne tür olanaklar sağlar? Bunun benim bakış açımda daha doğru bir yaklaşım olacağını düşünüyorum. Müzik ve edebiyat arasındaki etkileşim yüzyıllar boyu sürmüş olduğunu daha öncede söylemiştim. Ve bu etkileşim yüzyıllar boyu da sürecek gibidir. Bütün sanat dalları arasında bir etkileşim var, hele de günümüzde bu etkinin daha fazla olduğunu söyleyebiliriz, ancak müzik ve edebiyat arasındaki etkileşim belki de bugün bile yaşanan en yoğun bağlantıdır. Müzik sanki soyut bir sanat dalı gibi görünür ve edebiyatla somutlaşır. Hem müzik tarihine hem de edebiyat tarihine baktığımız zaman edebiyattan etkilenerek bestelenen eserler olduğu gibi tam tersi olarak bir yazarı etkileyen ve edebî bir eserin yaratılmasına neden olan müzikler de mevcuttur. Örnek vermek gerekirse; Andre Gide’in, Alman besteci Ludwing van Beethoven’ın 6. Senfoni’si olarak bilinen Pastarol Senfoni’den etkilenerek aynı adla bir roman yazması, Goethe’nin aynı adlı eserinden Charles Gounod tarafından opera olarak uyarlanan Faust Operası, Guiseppe Verdi’nin Tolstoy’un Savaş ve Barış’ından etkilenerek bestelediği ve baş eseri olarak kabul edilen aynı addaki opera; Türk edebiyatında da bu etkinin çok fazla olduğu besteciler ve yazarlar görmekteyiz. Yahya Kemal’in bestelenmiş şiirleri, Yunus Emre’nin ilahileri, Sezen Aksu’nun Fazıl Say’ın bestelediği şiirler, Aşk-ı Memnu, Dudaktan Kalbe, Şu Çılgın Türkler, Ağrı Dağı Efsanesi gibi romanların opera olarak sahneye konulması… Örnekler çoğaltılabilir. Peki tüm bunlar başka bir dilin göstergelerine aktarılırken yazara veya besteciye ne katıyor? İşini kolaylaştırıyor mu, zorlaştırıyor mu? Bu konuda Türk yazınından örneklerle açıklama yapmak isterim. Halide Edip’in Sinekli Bakkal’ında, Reşat Nuri Güntekin’in Dudaktan Kalbesi’nde Peyami Safa’nın Fatih-Harbiyesi’nde, A.H. Tanpınar’ın Huzur’unda verilmek istenen bir mesaj vardır. Yazarlar bize karakterler üzerinden birtakım şeyleri anlatmaya çalışırlar. Çoğunlukla Doğu-Batı ekseninde ya da kültürel bir unsur olarak müziğe yer verilen bu tip eserlerde dikkati çeken bir nokta da müziğin “modernleşen” toplumun bir izleği olmasıdır. Tanzimat ile birlikte sözde modernleşen aileler çocuklarına, özellikle kız çocuklarına, yabancı hocalardan piyano dersleri aldırırlar. Yozlaşan ve kendi kültürel değerlerini kaybeden bu kişilerin müzik algıları da değişim göstermiştir. Yanlış Batılılaşmanın işlendiği bazı eserlerde müzik, bu yozlaşmanın, kültürel değerleri kaybetmenin temel gösterenlerinden biri olmaktadır. Bir yandan da bu tip eserlerde gelişen ve dönüşen Türkiye’de, özellikle cumhuriyetin ilk dönemlerinde yazılan eserlere bakılırsa, müziğin sosyal hayatı, kadınların toplumdaki yerini, eğlence kültüründeki değişimleri nasıl yansıttıkları görülebilir. Böylece bir toplumun yapısını hem edebî anlamda hem de müzikal anlamda otaya koymuş oluyorsunuz. Kısacası yazarlar eserlerinde müziğe çoğunlukla eleştirel görüşlerini vermek amacıyla da başvurmaktadırlar. İşte bu eleştirel bakışlarını verirken başvurdukları malzeme müzik olmaktadır. Müzik bir yazara, bir şaire anlatımda yeni ufuklar açmaktadır. Yazarlar ya da besteciler, var olan bir yapıtın tamamından ya da en ufak bir kesitinden etkilenerek yeni bir biçimde ve anlamda, farklı bir yapıt oluşturabilirler. Böylece üretimin arttığını da görmekteyiz. Yazının veya bestenin, şiirin sıradan olma gibi bir özelliği ortadan kalkar. Etki gücü genişler. Ve bir yapıt birden fazla duyguya hitap eder. Bu da ortaya konulan yapıtın çeşitli çağrışımlarla, yeniden ve yeniden yorumlanmasını, akılda kalıcı olmasını, düz bir okuma ile değil de çoklu bir yorumla okunmasını sağlar. Burada kuşkusuz okuyucuya da dinleyiciye de çok şey düşüyor. Belki bu etkiyi edebiyat ile diğer sanatlar arasında çok baskın bir biçimde göremeyebiliriz ama müzik ile edebiyat arasında daha anlaşılır olduğunu söyleyebilirim. Bu sebeple müzik bir yazara ya da bir yazar müziğe ne tür olanaklar sağlar derseniz birçok şey sayılabilir. Ama en önemlisi işini kolaylaştırabilir. 

Peki, yazarken nasıl bir ortamda yazıyorsunuz? Mesela müzik dinliyor musunuz? 

Ben kalabalık yerlerde yazmayı severim. Tuhaf gelebilir belki ama bir kafede ya da bir yeşillikte, doğada çeşitli seslerin bir arada olduğu ortamlarda yazmaktan zevk alırım. Çünkü gördüğüm insanlardan, insanların tavırlarından etkilenirim. Onların bir ortamda yalnızken ya da yanlarında birileri varken nasıl davrandıkları, oturup kalkmaları, konuşmaları, bakışları beni ilgilendirir. Şöyle bilgisayarın başına oturup saatlerce yazan biri değilim. İstediğim zaman, etkilendiğim zaman yazarım. O nedenle çantamda mutlaka bir defter ve kalem vardır. Günlerdir uyurken kurguladığım, metroda, otobüste giderken düşündüğüm bir şey bir yerde aklıma gelebilir. Bu da genellikle bir yerde kahve içerken oluyor. O zaman yanımda biri var ya da yok aldırış etmem oturup yazarım. Ve evet tüm bunlar olurken müzik dinliyorum. Bir şey yazarken ya da yazdıklarımı temize geçerken müzik bana eşlik ediyor. Mesela bir roman yazmaya karar verdiğimde ve onu yazmaya başladığımda İdil Biret’in yılbaşı konserindeydim. Gözlerimi kapatmış sadece piyanonun tuşlarından su gibi akıp giden ezgileri dinlerken benim de gözümün önünde ne tuhaftır yazmak istediğim şeyin en son sahnesi belirmişti. 

Sanat dalları ilişkilerinde, resim-müzik, sinema-resim, edebiyat-tarih ve benzeri bağlantılar yapmak mümkündür. Her sanat alanı kendini bir başka sanat alanı ile besler kuşkusuz. Sanatın kendi içindeki bu ilişkisini hiyerarşik olarak da ayırmak mümkün müdür? Bu bağlamda müzik ve edebiyatı ayrı bir yere koyabilir miyiz? 

Bence sanatlar arasındaki bu etkileşimin tam anlamıyla sınırını çizmek mümkün değil. Müzik ve edebiyat arasındaki ilişkiyi açıklarken verdiğim örnekler de dikkate alındığında resim müzikten üstündür, müzik heykelden önce gelir ya da edebiyat bütün sanatları bir şekilde içinde eritir ve onlardan beslenerek daha üstün bir sanat dalı haline gelir demek ne kadar doğru bir yaklaşım olur? Yuhanna İncilinin ilk ayeti şöyledir; “En arche en ho logos” ve devam eder “Kai ho logos ēn pros ton theon” Yani “Başlangıçta söz vardı/Söz Tanrıyla birlikteydi”. Yani söz yaratıcıyla birlikte var olan bir şeyse eğer, bütün sanatların üstünde sözle ilgili sanatlar, sözü içine alan ya da sözün temeline dayanan sanatlar daha üstün olmalıdır. Bu bakış açısı bana Nef’î’nin “sözüm” redifli kasidesini de hatırlatır. Bir beyitte şunu söyler Nef’î; “Benim sözüm âlemin bir benzerini daha görmediği bir cevherdir. Sözüm, bu zamana gayp âleminden getirdiğim bir armağandır.” İncil’deki ilk ayet ile bu dize arasında her zaman bir bağ kurmuşumdur. Söz uçar yazı kalır deriz, ama insan yazmaya başladığından beri sözleri kayıt altına almıştır, günümüze taşımıştır. Ama ben her iki söyleyişte de bir ritim buluyorum, müzikal bir anlatım buluyorum, ayrıca felsefi birtakım yaklaşımlara da kapılarını sonuna kadar açıyor bu iki söz de. Ama bu yargılara varıp, kutsal kitapta da geçiyor diyerek şiirselliği üstün tutamam. Biliyorsunuz ki insan denilen varlığın ilk yaşamına dair izleri mağara duvarlarına, tapınaklara yaptıkları şekillerden, sembollerden anlamaya çalışıyoruz. O zaman nerede kaldı söz gücü ve o şiirselliği, akıcılığı sağlayan müzikal etki? Bu sebeple herhangi bir sanat dalı arasında hiyerarşik bir sıralama yapmak da mümkün değil gibi görünüyor. Tabii ki müzik ve edebiyat arasında da. 

Öykülerinizde sözlü edebiyatın yaşayan örnekleri olan destanların ve masalların anlatımındaki şiirselliği, müzikal tadı ya da tekerlemelerdeki ritmik uyumu etkileyici bir biçimde kullanıyorsunuz. Özellikle sözlü edebiyatta müziğin ayrı bir yeri var sanırım? 

Aslında bunlar biraz planlanıyor gibi yazdığım anlarda. Yani öykü başlıyor ve bir anda o öykünün gidişatında o an bir masal, bir tekerleme, bir mani geliyor aklıma. Sonra onu yazarken kelimelerin içine katıyorum ve yakıştığını, yapmak istediğimin de bu olduğunu görüyorum. Türler arasında geçiş yapmaktan, hepsini birbiriyle karıştırmaktan, bunu yaparken ölçüsüz olmamak kaydıyla, zevk duyuyorum. Yaşadığım ailede sözlü edebiyat açısından baktığımda en önemli figür benim için babaannem. Çünkü babaannem sürekli veya herhangi bir durum karşısında, birini gördüğünde maniler söyler. Ve bunu öyle bir yapar ki ben bunları aklında tutuşuna hayran kalırım. O da bu manileri kendi büyüklerinden mi duydu yoksa o an için kendisi mi söyleyiverdi bilmiyorum. Ama bu sözlü gelenek gerçekten etkileyici. Gücü çok fazla. Ve destanların, masalların, tekerlemelerin, manilerin önce söylenişlerinde ve ardından yazılışlarında müzikal bir anlatım vardır. Bir klasik müzik yapıtı gibi bazen durağanlıktan coşkulu bir söyleyişe, bazen coşkulu bir söyleyişten durağanlığa doğru seyrederler. Eğer başlangıçtan itibaren söz varsa, sözle birlikte mutlaka o ritim de hemen yanı başında yer alıyordu. 

Müzik, duyguları karşınızdaki insana aktarmada en yoğun ve en kestirme yollardan biri. Öyküde de anlatılmak isteneni kısa yoldan anlatmak gibi bir dert vardır. Öykü ve müzik ilişkisi hakkında neler söylemek istersiniz. Bu iş birliğini sizin gibi başarıyla uygulayan başka hangi yazarlarımızdan söz edebiliriz? 

Sizin de belirttiğiniz gibi müzik ve öykü duygularımızı, düşüncelerimizi aktarmada başvurduğumuz en kısa ve belki de en etkili yöntem. Okuduğumuz bir öyküye eşlik eden bir müzik olduğunda o öykü ile başlayan ve onunla birlikte biten bir müzik parçası öykünün de bestenin de gücünü eşsiz kılacaktır. Aslında bu iki tür arasındaki ilişkiyi roman üzerinden değerlendirdiklerimizle bir tutabiliriz. Bu noktada türkülerimiz en etkileyici örnekleri oluşturacak gibi. Bu coğrafyada yakılan her türkünün bir hikâyesi vardır. Bir şeyler yaşanır, insanların hayatlarında derin izler bırakır ve ardından bir türkü yakılır. Tıpkı İçimde Bir Ses Kaldı’da şarkısı yarım kalmış kadınlardan olan Hace ile Memo’nun hikâyesinde ya da Ali ile Eleni’nin hüzünlü ayrılışında olduğu gibi. Veya Gesi Bağları, Kırmızı Gül Demet Demet, Hüma Kuşu Yükseklerden Seslenir, Yaslan Be Halil İbrahim, Hastane Önü İncir Ağacı gibi türkülerde olduğu gibi. Öykü müzik ile bütünleşir. Bu ilişki biçiminin gerek biçim gerekse duygu ve kurgu açısından yazınsal bir ürün olarak öykülerde de önemli ölçüde etkili olduğunu düşünüyorum. Müzik bir bakıma hikâyenin daha kalıcı olmasını sağlıyor. Öykülerinde müzik ile iç içe olan birçok isim var. Ama edebiyatımızda bu alanda aklıma ilk gelenlerden biri Sabahattin Ali’nin Ses, Füruzan’ın Sevda Dolu Bir Yaz, Hasan Özkılıç’ın Gönlümün Şirazesi Bozuldu adlı öykü kitapları; Pınar Kür’ün Bir Deli Ağaç’ında Oğuz Atay’ın Demiryolu Hikâyecileri’nde, Mustafa Kutlu’da, Nazlı Eray’da müzik ve öykü bütünleşmesini görebiliyoruz. Mesela Murathan Mungan’ın Lâl Masallar’ında masalsı anlatımın o ritmini öykülerin içinde eriyip gidişine tanık olabiliyoruz. Şunu da belirtmek gerekir ki dünya edebiyatında da Türk edebiyatında da müzik ve edebiyat arasındaki ilişkinin daha çok şiir ve roman edebî türleri arasında olduğunu gözlemleyebiliyoruz.

Müzik ve edebiyat iş birliğinin, edebiyat akımları ile nasıl bir ilişkisi var? Metinlerarasılık, çoğulculuk, oyunsuluk, imgesellik gibi özelliklerini de dikkate aldığımızda postmodern edebiyatta daha çok kullanılır diyebilir miyiz?

Bu konuda söyleyecek çok şeyim olduğunu söyleyebilirim. Çünkü yüksek lisans tezimi edebiyat ve opera üzerinde metinlerarası ve göstergelerarası ilişkiler bağlamında yapmıştım. Bu noktada önce metin kavramının ne olduğu üzerinde durmak gerekir. Roland Barhes metin kavramını yalnızca yazın alanıyla sınırlandırmaz ve kavramı genişleterek sanatın diğer biçimlerini de kapsayacak şekilde geniş bir tanım yapar. Oswald Ducrot ve Jean-Marie Schaeffer bu konuda daha kapsamlı bir tanım ortaya koyarak; metnin bildirişimsel bir bütünlük oluşturan sözü ya da yazılı dilbilimsel bir bütünlük olarak tanımlarlar. Bu tanıma bakıldığında bir film ya da bir heykel metin olarak değerlendirilemez. Söze dökülerek gerçekleşmesi gerekir ya da sözsel olmayan bir dile dönüşür. Sanat dalları arasında yoğun bir alış-veriş işlemi olduğunu söyleyebiliriz. Genel anlamda böyle bir iş birliğine metinlerarası bir ilişki olarak değerlendiriyoruz. Ancak sözsel olanla yani roman, öykü, şiir gibi; sözsel olmayan dans, müzik, resim gibi sanatsal alanlar arasındaki ilişkinin boyutunu da bu şekilde değerlendirebilir miyiz? Biraz edebiyat bilimi ile ilgili şeyler söyleyeceğim ama her iki sanat alanının yani sözsel olan ve sözsel olmayanın kullandıkları malzemeler birbirlerinden farklıdır, farklı yapılanma içerisindedirler ve her iki alanın alt dalları dünyayı çeşitli formlarda anlamlandırırlar. Bu açıdan bakıldığında göstergeleri birbirinden ayrıdır. Evet, edebiyat ve müzik arasında metinlerarası bir ilişkiden söz edebiliriz ama daha çok göstergelerarası alış-veriş işleminden söz etmek daha uygun olmaktadır. Bu olurken de bir yapıt başka bir yapıtın içinde yeni bir anlam ve yaklaşım kazanıyor. Tabii bu da ister istemez beraberinde çoğulculuğu, oyunsuluğu, imgeselliği ve metamorfozlaşmayı, başkalaşımı, yeniden biçimlenmeyi de getiriyor.

On yedinci yüzyıldan on dokuzuncu yüzyılın sonlarına kadar metinler gerçekçi bir tutumla oluşturuluyordu. İnandırıcılığın temel alındığı bu metinler yirminci yüzyılla birlikte değişen çağ anlayışına ve okur durumuna göre yeniden biçimlenir ve yirminci yüzyılın ilk yarısında modernistlerin sanatta başlatmış oldukları estetik devrim, metin kavramında da değişikliklerin olmasının önünü açmıştır. Teknolojik gelişmelerle birlikte modern sonrası bir döneme geçilmiştir: post-modernizm/post-modern durum. Tabii bu durum edebiyatı da diğer sanatlar gibi etkilemiştir. Bu süreçte gerçekçi edebiyat ve modern edebiyat ile getirilen ölçütlerin salt doğru olarak kabul edilmesine karşı çıkılmış ve Yapısalcılık sonrasında metin kavramı bağımsızlığını ilan edince demin bahsettiğimiz metinlerarasılık, oyunsuluk, göstergelerarasılık, alıntılar, yeniden biçimlenmeler meydana çıkmıştır. Tabii bunların edebî anlamda kökeni daha eskilere de dayanır. Ama müzik ile edebiyat arasındaki ilişkiyi sadece postmodern durum ile değerlendirmek yeterli olmaz. Çünkü bu iki sanat dalı arasındaki ilişki çok eski çağlardan beri birlikteliğini sürdürmektedir.

İçimde Bir Ses Kaldı, müzikal yapısının yanı sıra gerek içeriği gerekse kurgu-yapı-biçim özellikleri açısından benzerlerinden farklı bir kitap olmayı başarmış. Okurlarınızı bir sonraki kitapta neler bekliyor?

Bir sonraki kitapta okurlardan önce beni neyin beklediğini inanın ben bile bilmiyorum. Bir şeyler yazıyorum, oluşmuş birkaç şey var. Malum, dünyayı kasıp kavuran bir felaketler yılı geçirdik. Pandemi sürecinde yazdıklarımın karamsar nitelikte olduklarını fark ettim. Unutmak üzerine, yok etmek ve zarar vermek üzerine, cinsiyet üzerine öyküler oluştu. Bunlar nasıl bütünleşir ve nasıl bir araya gelir tam olarak kafamda oturmuş değil. Yaşadığımız yüzyılda hala tartışılan ve aslında çoktan halledilmiş olması gereken meselelerin olması, bir adım bile ileriye gitmek yerine gerilemek, cinsiyet, ırk, kadın düşmanlığı; doğaya hala zarar vermek için elimizden gelen tüm çabaları göstermek… Bunlar belki de bir sonraki kitabın ana izleklerini oluşturacak.

Yaralar, Metinler, Esintiler adlı üç ana başlıkta topladığınız öykülerinizde cinsellik, yaşam ve ölüm dürtüleri, aşk ana izlekler olarak karşımıza çıkıyor. Bu kavramları bir şarkı, bir müzik ya da bir nota ile açıklayınız desem, neler söylersiniz? 

Bu konuda bir kolaylığa kaçmak istiyorum. İçimde Bir Ses Kaldı’da cinselliği de yaşam ve ölümü de aşkı da kaybetmeyi ve bu kayıplardan aslında çok da üzüntü duymamayı zaten müziklerle anlattım. Bu sorunun cevabı kitabın içinde gizli demeliyim. 

Söyleşimize katıldığınız ve sorularıma içtenlikle yanıt verdiğiniz için çok teşekkür ederim.

Asıl ben teşekkür ediyorum. Müzik ve edebiyat üzerine ve anlatmak istediklerim üzerine güzel bir söyleşi oldu.