Şair Faris Kuseyri, “Orontes Mensurları”nın ardından ikinci şiir kitabı “Doğu Duvarı”nı yaklaşık bir yıl önce yayımladı. Kitap okuruyla buluşalı epey oldu ama şiir zamansızdır diyerek şiirleri üzerine hasbihal etmek istedik.
Kuseyri, Avrupa’da göçmen çocukların toplumsal entegrasyonu için kurulan tiyatro topluluklarında metin yazarlığı yapmış bir isim. Yurda döndükten sonra şiirleri, yazıları ve çevirileri farklı dergilerde yayımlandı. İlk kitabı “Orontes Mensurları” 2014’te yayımlandığında mensur şiir formu edebiyatta tekrar kendini hatırlatmış oldu. Üstelik bu sadece biçimsel bir hatırlatma değildi, içinden mitolojiler ve tarihler geçen bir şiir nehri tekrar akmaya başlamıştı. Ardından 2019’da “Doğu Duvarı” geldi.
Kuseyri zamanla, kentle, sünmüş ve sinmiş hislerle didişen bir şair. “elimi bırakma, yürüyelim bir büyük meydana doğru/dünya yanar arınır, çiçekli bir isyan olur” diyerek umut taşıyan, alevsiz bulamayacak kıblesini bu kokuşmuş şehirler/ateşinde ısınmadan hepsini yakmalıyız çocuklar” diyecek kadar davetkâr bir şair. Üstelik “şiir olsun” diye yazılmamış şiirleri, yazmış ve şiir olmuş, öylesi… Uzunca bir süredir dönüp tekrar okuduğum kitapların şairiyle, gecikmeli de olsa konuşmamız bundan.
Hakan Güngör

Doğu Duvarı ikinci kitabınız. Nasıl bir yolculuğu var kitabın, siz hangi uğraklardan geçtiniz bu süreçte?
Şiirin hesaplanabilir, ölçülebilir olduğunu iddia etmeye vardırmadan söylemeye çalışayım. Her metnin ardında bir şahsiyet var elbette fakat metnin kendi macerasını yaşamasını hayal eder kalem sahibi. Ne ki ben bir kitabı birbirinin peşi sıra koşulmuş şiirlerle ortaya çıkarmak istemiyorum. Her şeyden önce ortak ve içselleşmiş bir atmosfer arıyorum. Bu da yıpratıcı ve çok uzun soluklu bir konsantrasyon gerektiriyor. Doğu Duvarı’nda ilk kitabım Orontes Mensurları’ndan önce yazılmış şiirler de var. Bu dağınık çalışma düzeni aslında hangi bütünün parçası olduğunu “bana” fısıldayan şiirlerin birbirlerini bulmasıyla ilgili aslında. Yani bu iki kitabın da ortaya çıkacağını “galiba” çok önceden biliyordum. Dize dize, adım adım yaklaşık 10 yıl içinde ortaya çıkan şiirler iki ayrı kitabı oluşturdu. Burada sizin hemen aklınıza gelen bir sorun benim de aklıma geliyor. Bazen kitap mimarisinin dayattığı eksik bir parçayı ortaya çıkarmak için “bir şiir yazmak” ihtiyacı doğar mı? Yani belirli bir temanın ele alınması bütünlük algısını kuvvetlendirecek bir zorunluluk olarak ortaya çıkar mı? Bu soruya istemeden de olsa “Evet!” demek zorundayım. Bu zorunluluk “yapıntı” izlenimi uyandıran metinlerin ortaya çıkmasına yol açabileceği gibi, şairle okur arasında kurulacağını umduğumuz samimiyet köprüsüne de zarar verebilir. Bu riski, birbiriyle ilgisiz bir manzumeler toplamı ortaya koymaktansa okurun göz ardı edebileceği bir kusur olarak göğüslemeyi tercih ederim. Doğu Duvarı da Orontes Mensurları da tek bir metin gibi okunabilsin isterim. Her şiir kendi macerasını yaşayabilecek kadar özgür olsa, bir araya geldiklerinde de kaosu dışlamayan bir evren kurabilseler…
Sabırlıyım. Çalışmaya inanıyorum. Üretken şairlere gıpta ettiğimi saklamadan kendi masamın başında geceler ve geceler boyunca o güzel dizenin hayalini kuruyorum.

“Bizim delibaş bir hasredimiz var”
Zamana uyumlanan değil zamanla da didişen şiirler bunlar. “Zamanın ruhuna” itirazınız nereden başlıyor?
Siz didişmek diyorsunuz ya, buradan başlıyor. Dilde başlıyor. Bana, bize dayatılan dile itiraz etmeyen, reddin iklimine girmeyen şiir benden uzak olsun. İtiraz ediyorum. Güdümlü şiddeti büyüten, kendi dairesini gittikçe daraltan, unutturmak isteyen bir dil dayatılıyor. Bu dilin efendileriyle aynı dili konuşursak teslim alınacağız. Oysa bizim delibaş bir hasredimiz var. Bu hasret aşktır. Yıkıcı, öz benliğimizi kavuran, değişmek ve değiştirmek için yeminli… Gül kokuşsun Hakan Bey, dikeni de kabulümüz.
Aşkla başlayarak büyütmek istiyorum itirazımı. Sevgiliyi özlemek bir itirazdır. Aşksızlığa mahkûm edilmek istenen insanın diriliş türküsünü kalbimiz söylemeli. Umudu büyütecek bir toprak arayan kendi avuç içlerine baksın. Umut insandadır. Zamanın ruhu diye tanımladınız ağulu ağız, bizi aşkın yağmurundan uzak tutmak istiyor. En büyük itiraz aşktır. Bu kadar çok tekrarlandığı halde bu denli diri kalabilen bir başka kavram düşünemiyorum.
Şiirde kabullenme de mümkün, bunun üzerine de kurulabilir. Ama bir “başkaldırı” var şiirlerinizde. “Bıktık, aşksız evlerin camlarını kırmalıyız çocuklar/viyadükleri köprüleri apartmanları yıkmalıyız çocuklar/alevsiz bulamayacak kıblesini bu kokuşmuş şehirler/ ateşinde ısınmadan hepsini yakmalıyız çocuklar”. Kentler ve kente özgü yabancılaşma karşısında o kadar da aciz değiliz sanki…
Şehir beni çok yoruyor. Tam teslimiyet istediği için, bir başka hayatı unutturduğu için. Doğadan bu kadar kopuk olmanın yarattığı iç huzursuzluğunu gidermenin bir yolunu bulamadım. Şehre tutsak oldukça huzursuzluğum artıyor. Ben acziyet hissettiğimi söylemek zorundayım. İrade ve cesarete ihtiyacımız var. Denize bakmak cesaretini yazlık evlerin yalancı bahçelerinde bulamayacağız. Daha güzel bir dünya düşü, yükselen gökdelenlerin gölgesinde göğerecek. Güneş yerindedir, iş o ki biz onu unutmayalım.
“Divan şiiri hep bir mücevherin peşinden koştu”
Geleneksel şiirden, gazel matematiğinden, divan edebiyatından etkiler görülüyor şiirinizde. Bu gelenek sizin için ne ifade ediyor?
Gelenek, raflarda unutulmuş kitaplarda, sahhafiyenin dehlizlerinde, efemera sandıklarında, siyah beyaz filmlerde, cızırtılı ses kayıtlarında değil. Bir an düşünelim: Bugün geleneğin parçası saydığımız pek çok isim, topluluk, hareket dönemlerinde güya mutediller tarafından taşlandılar. Olağan olanın güvenli çerçevesinin dışına çıkanların, kendi dönemlerinde, uç boylarına yaklaşmaktan bile çekinenler tarafından tefe konduğunu unutmamak gerekir. Oysa kendi dönemlerinde bunu yaşayanlar şimdi geleneğin parçası sayılmakta. Bu, şüphesiz bir çelişki değil.
Edebiyat tarihine meraklı olanlar genel çerçevesi yaklaşık yüz yıl önce çizilmiş bir akış çizelgesine aşinadır: Türkçenin Anadolu’dan önce konuşulduğu dönemin, şaman çağının şiirlerinden sonra halk edebiyatı ve divan edebiyatı olarak iki ana hat üzerinden Türkçe şiirin macerası ele alınır. Bu çizelge her yerde bulunabileceği için divan edebiyatına değinmekle yetineyim. Ama izninizle divan edebiyatına da değinmeden önce eski yazıyla ilgili bir hatırlatma yapmak isterim. Arap alfabesine yönelik iki eğilim var. Biri bu harfleri -dolasıyla o harflerle yazılan her şeyi- kutsal sayan anlayış. Öteki bu harflerden korkan, onu gördüğünde “irtica”nın bir çehresiyle karşılaştığını düşünen anlayış. Arap harfleriyle Türkçe veya Almanca bir metin yazabileceğiniz gibi; tatlı sözler, ayetler, küfürler de yazabilirsiniz. Alfabeler, harfler kutsal olamaz, bunlardan korkulması da aynı derecede mânâsızdır.
İşte divan edebiyatının karşısındaki az ilgili veya ilgisiz okurun da tepkileri bu iki absürt anlayış arasında salınıyor. Gülünç bir Osmanlı övgüsüyle asla anlam dünyasına giremediği bu şiir anlayışını ata yadigârı sayarak yüceltenleri görünce gülüyorum. Bir diğer yandan genç Cumhuriyet’in ilk yıllarındakine benzeyen tepkilerle karşılaşıyoruz. Divan şiiri yok sayan, köhnemiş bulan anlayış da aynı derecede gülünç geliyor bana.
Divan şiirini biraz düşünürsek onun hep bir mücevherin peşinde koştuğunu görürüz. Divan şairinin sevgilisi önceden çizilmiş, hayalî olduğu kadar da gülünç bir prototiptir. Divan şairi bu kadına hep aynı biçimde yaklaşır. O kadın mükemmeldir, sanemdir. Şair de başka rakiplerle onun yöresinde çaresiz, umutsuz gezer. Tabiat gerçeklikten uzaktır, hayat çok uzun zaman önce yaşanmış, onu yaşayanlarca birilerine anlatılmış, şair de aklında kalanları bize aktarıyor gibidir. Gerçeklikten kopukluğu, anlam ögelerinin taklitle çoğaltılmasından kaynaklanır. Her şair kendisinden önce yazan şairler gibi algılar kadını da hayatı da. Hatta az sayıdaki kadın şairin şiirlerinde bile aynı taklit çerçeve görülür. Dahası aralarında iki yüzyıl bulunan iki şiiri birbirinden ayırmak bazen ancak uzmanların başarabileceği kadar zor bir iştir. Değişmeden, hep aynı şeyleri söyleyerek, ustalık gösterisi çerçevesinde devam eder gider.
Her edebiyat dairesinin tarihinde buna benzer durumlarla karşılaşılabilir. Ahkâm kesmeyeyim ama hangi dilin okuru bundan üç yüz sene önce yazılmış bir metni “kolaylıkla” okuyabilir?
Divan edebiyatının anlam oyunlarına, gösterişine kapılmadan ondan alınabilecek unsurlar olduğunu hep düşünmüştüm. Bunu ilk düşünen de elbette ben değilim. Divan şiirinden alınabilecekleri; oyunlarından, sarsılmaz kurallarından sıyırarak bugüne getirmek istedim. Kalabalık otobüse binip işine gitmek isteyen kadınlar için gazel, yükselip mavi bir portakal görmek isteyen çocuklar için mesnevi, terk edilmişlere unutulmuşlara müstezat yazmak istedim. Nihayetinde biçim ile içerik arasında ortaya çıkan kaçınılmaz yarılma, beni mutlu etti demem gerekiyor. Biçimin çok önemsendiği an ile biçimin önemini yitirdiği an arasında sandığımızdan çok daha kısa bir yol var. İlk kitabımda mensur şiir formunu seçerken de biçimle içeriğin aynileşmesini istemiştim. Başka türlü yazılamayacak olanın peşine düşmeli, ne kadar lezzetli olduğunun hesabını da okura bırakmalı. Biçim nihayetinde bir imkân göğüdür. Yıldızların ışığını ise kalbimize düşen ateş yakar. Ben şavkın peşindeyim, hangi yıldızdan ağarsa ağsın.
Belki son olarak şu da söylemek gerekiyor: Kendimi Karacaoğlan’a borçlu olduğum kadar Fuzuli’ye de borçlu sayıyorum. Divan şiirinin dilinin anlaşılmaz derecede eskimiş olması onu belki az ilgili okurun gündeminden tamamen çıkarmıştır. Baş üstüne. Ama ilgili okurun onu taşlayıp tard etmesi kalbimi sızlatıyor.

“Tarih egemenlerin oyuncağı”
“sevgilim acemi bir halkın çocuklarıyız seninle biz/bırak onlar tarih yazsın bize bir söylence kalır”. Neden tarihe değil de söylencelere inanmalıyız?
Tarih egemenlerin oyuncağı olduğu için… Söylence bizim gücümüzdür, ne harfe muhtacız ne kâğıda. İnce Memed’e birçok mezar bahşeden halk muhayyilesi, eşkıyaya alkış tutan el ve sıkılı itiraz yumruğu söylencededir. Bizim tarihimiz de söylencelerimizdedir dersek yanılmış olur muyuz? Vakanüvisin eline kalemi veren kimse, kulağına da ne yazacağını fısıldayan odur. O kitapta bizden bahsetmeyecekler.
Sevgiliye yazılmış şiirler var ama sevgiliye seslenirken dahi bunlarda kent yalnızlığı, bir isyan beklentisi var. Toplumcu gerçekçilikten bireyciliğe uzanan çizgide siz kendi şiirinizi nerede görüyorsunuz?
Toplumcu şiire borcum büyük. Kulağımı çocukluğumdan beri onlarla doldurduğumu da saklayacak değilim. Bir kere söylemiştim bir daha söylesem kendime de hatırlatmış olacağım: “Sevgili güzeldir ama sevda daha güzeldir.” Dünyanın insanı aldatan, hurdalaştıran çarkına diş bilemek, onu ağulu ağzından kendimizi korumak zorundayız. Bunun tek yolu da sevgiye inanmaktır. Sevgi ise en kısa yoldan sevgiliyle somutlaşır. Fakat ben dünyaya bakarken yaşadığım çocuksu hayret ile sevgiliyi düşünürken yaşadığım sabırsız sevinci buluşturmak arzusundayım. Kalbimde “Hürriyet” ve “Sevda”nın didişip barışan, çelimsiz ayaklarıma kan taşıyan alışverişi var. İkisini birbirinden ayrı düşünemiyorum. Hasredi ezber edip kavuşmak için gün hatta saat sayan sevgili ile dünyanın değişmesi için yüreğini harmanlayan kişi benim indimde eş değerdedir. Sevgili uzaktadır çünkü hayatlarımız çok zor. Bize aşkı yasaklamak isteyenlerle emeğimiz, hayatımız üzerinde tepinenler aynı “kişi”lerdir. Ben sevdanın unutturulmak istenen şarkısını mırıldanıyorum. Bu şarkı, sarı çiçeklerin boy attığı tarlaları, uzak karanlık denizlerin esmer dalga seslerini hatırladığı kadar “güneşli güzel günlere” inananların da soluğunu taşısın isterim. El ele tutuşmak bir itirazdır, el ele uyumak ise devrim.