Dünya’nın oluşumundan itibaren (50 Milyon yıl hata payıyla):

4 milyar 540 milyon 874 bin 672. yıl, 326. Gün:

UNUTULANLAR

Yeni Türk Edebiyatı Profesörü Kenan Akyüz’e göre: “19. Yüzyılın ikinci yarısında doğup bizimle Divan Şiiri arasında köprü olan, Avrupa etkisinde eserler vermiş birçok şairimizin başarısında şüphe yoktur ki bu etkiyi kendi sözleri ve sesleri haline getirerek geleneksel şiirimizle harmanlayabilmiş olmaları yatar.”

Şimdilerde adları, 1940’lardan sonra yaşayan avangart şairlerimiz kadar anılmayan bu şairlerimiz, “Birinci Dünya Savaşı, Kurtuluş savaşımız gibi fırtınaların içinden geçmiş bir nesil olarak, ait oldukları şiir akımları içinde, gerek hayatın zorlamasıyla gerekse felsefi seçimleri nedeniyle hüzünlü, melankolik şiirler yazmışlardır.” (Batı Tesirinde Türk Şiiri Antolojisi, Kenan Akyüz) Yaşamında maceradan maceraya sürüklenmiş Rıza Tevfik Bölükbaşı (1869-1949) ve ondan çok sonra doğan Şükufe Nihal (1896-1973) bu şairlerimiz arasındadır.

Rıza Tevfik Bölükbaşı (1869-1949)

Akyüz, hazırladığı ve 1950’lerden beri zaman zaman basılan antolojisinde, (şiirde) İstanbul Türkçe’sinin en güzel örneklerinin Rıza Tevfik ile başladığını yazar. Onun hayatına ayırdığı sayfalarda yaptığı bir yorumda “Koca Hasan Dayı” şiirinin, kendinden sonra gelen ünlü Hececi şairimiz Faruk Nafiz Çamlıbel’in birçok insanımızın ezberinde olan o unutulmaz şiiri “Han Duvarları” üzerindeki etkisini dile getirir. Akyüz, Rıza Tevfik’in en önemli özelliğinin şiirlerindeki ‘samimiyet’ olduğunu söyler. Gerçekten de, içtenlik bir şairin hazinesidir.

28 Kıtadan oluşan “Koca Hasan Dayı” şiiri şöyle başlar:

“Issız dağlar, gür ormanlar, akar sular geçerek
Rumeli’nin bir yanını baştan başa dolaştım.
Yaz günüydü, uzaklardan mezarlığı seçerek
Sabah vakti çukurda bir viran köye ulaştım.”

“1. Dünya Savaşı yıllarında yetişmiş şairlerden olan Şükufe Nihal, Bu devrin hemen bütün şairlerinde görülen özellikleri taşır. Edebiyat-ı Cedide, Fecr-i Ati ve Milli Edebiyat akımları arasına sıkışmış kalmış bu nesil… Milli Edebiyat’ın duruma hakim olmasıyla Heceye ve konuşulan dile yönelirler.” Bu dönemdeki şairler “Aruzdan Heceye hızla geçmekle beraber… Aruza karşı eski aşinalıklarını tazelemekten kendilerini alamamışlardır.” (a.g.e.)

Şükufe Nihal Başar’ı Sabah Kuşları kitabındaki “Neme Yetmez?” adlı şiirinden birkaç dizeyle analım:

“Ruhum ki yanıktır ve şifasızdır ezelden,
Sarmak dilesem, bir kara mendil neme yetmez?

Bir çölde biten dal gibi ıssızsa da ruhum
Dost aleminin ettiği kem söz neme yetmez?
Vardır anacak bir gün olup ismimi elbet,
Bir servinin altında dolan göz neme yetmez?
Dağlar neme yetmez, bağlar neme yetmez?
Bir kuş ki benim derdime ağlar, neme yetmez?”

Şükufe Nihal (1896-1973)

328. Gün:

ISLAK

Bir gün, Oğuz Atay’ın Tehlikeli Oyunlar kitabını okurken, susadım. Kendime bir bardak su alıp içerken elim kaydı ve birkaç damla su açık duran kitabın sayfasına döküldü. Kitabın ne kadar ıslandığına baktım. Bir lira büyüklüğünde bir alan ıslanmıştı. Daha dikkatli bakınca, bir de ne göreyim; damlayan su “ıslak gecenin karanlığı” satırındaki ‘ıslak’ sözcüğünün tam üstüne damlamamış mı?

Böyle rastlantılar bana hep yaşamın bir türlü gözümüzle seçemeyeceğimiz loş köşeleri, sırlarına varamayacağımız tarafları olduğunu hatırlatır. Suyun, yerçekiminden doğan ağırlığıyla düşerken, yüzey gerilimi nedeniyle damla oluşturması doğaldı, ama bu damlanın tam da ‘ıslak’ sözcüğünün üzerine damlayıp onu ıslatması ne mene bir rastlantıydı? 

Yaşamın bana dayattığı çocukluk, ergenlik, yetişkinlik ve yaşlılık gibi zorunlu evrelerin önyargısal kabuğunu kırdığım günden beri ruhumun özgürlüğünü, yaşadığım rastlantısal anlara borçlu olduğumu düşünen (Yok, hayır! Burada daha kuvvetli bir sözcük kullanmalıyım) i n a n a n  ben, şimdi nasıl oluyor da ıslanan bir ‘ıslak’tan çıkarak hayatın sırrına her zamankinden daha çok yaklaştığım duygusuna kapılabiliyordum.

Bugüne değin özgürlüğümü, hayatımızı bölen katı zorunluluklardan kaçıp rastlantıların serbestliğinde ararken ve davetsiz bir konuk gibi kapımı çalan beklenmeyen rastlantıları bile dost edinmeyi arzularken, açıklanması güç metafizik olanlarını da hesaba katmış mıydım? Metafiziğin, modern felsefenin dışında bırakılmasına kızan Borges haklı mıydı? Islak bir ‘ıslak’ sözcüğü bana neden sözcüğün kendisinden daha az gerçek, hatta gerçeküstü ve şaşırtıcı görünmüştü?

Yarım saat sonra, suyun damladığı yer kurudu ve hafifçe buruştu. ‘Islak’ da ıslaklığını kaybetti. Ama, anlamını hiç kaybetmedi.

331. Gün:

İKİ ADAM

Olgun yaşta iki adam bir tren istasyonunun bekleme salonunda bankta birbirlerine yakın otururlar. İkisi de iyi giyimli beyefendi tavırlıdırlar. Zaman geçirmek niyetiyle yabancılık perdesini aralayarak bir iki çift laf etmenin gururlarından ve zenginliklerinden bir şey kaybettirmeyeceğine emindirler. Bir kaç soru-cevaptan sonra, zıt yönlere gidecek trenleri beklediklerini anlarlar. 

Konudan konuya atlarken hayatta biriktirdikleri şeyler üzerine bir konuşma tuttururlar. Biri, çok çalışıp ömrü boyunca para biriktirdiğini, onun da yeterli olmadığını anlayıp mal mülk edindiğini, yaşlılığında güven içinde olmak istediğini söyler. Diğeri de, hayatında biriktirdiği şeyin çok okuyarak edindiği bilgi olduğunu, daha sonra onunla yetinmeyip hayatta anlam biriktirmenin yaşlı zihninin dinginliği için gerekli olacağı sonucuna vardığını söyler.

Farklı yönlerden gelen trenlerinin düdük sesleri konuşmalarını kesmeleri için onları uyarır. İyi yolculuk dilekleriyle, trenlerine binmek üzere birbirlerinden ayrılırlar. Aksi yönlere yürürlerken, biri kendi kendine: ‘Yoksulluğumun en büyük zenginlik olduğunu şimdi anlıyorum’ der. Diğeri ise, hüzne bürünür ve içinden: ‘Aklımın, bu kadar budala olabileceğini hiç düşünemezdim’ der.

Artık, zenginliğin yoksulluğuna, aklın budalalığına, gururun aşağılayıcılığına inanan iki insandırlar.

333. Gün:

Sebatsız rüzgarların mevsimi güzelim güz! Senin kararsızlığında bulduğum dinginliği kendi kararlılığımda da bir bulabilsem.