Nazmi Özüçelik, “Portreler” kitabı üzerinden Troçki’nin Büyükada’da geçirdiği günlere, Charolambos adlı Rum balıkçıyla dostluğuna bakıyor.

Portreler 1977 yılında New York’ta basıldı. Kitabın yazılışında 1932-1975 arasında yayımlanan ve Troçki’nin biyografilerini içeren altı farklı yapıttan yararlanıldı. Portreler’de Leon Troçki, çoğu Rus devriminin gözdeleri olan, politik ve üst düzey 25 ünlüyü anlatıyor. Aralarında kimler yok ki. Vladimir İlyiç Lenin, Friedrich Engels, Joseph Stalin, Rosa Lüksemburg, Maksim Gorki, H.G. Wells bunlardan bazıları.

Bütünsel bir biyografi anlayışıyla derlenmeyen Portreler, herhangi bir biyografi yazarının ulaşamayacağı derinlikteki yorumları içeriyor: Troçki ele aldığı insanları yakından tanıyor. Portreler bu yönüyle okuyucuyu, hem Troçki’nin rakipsiz öznel bakışıyla hem de büyük bir yazarın nesnel bakışıyla buluşturuyor ve bu da kitabı çok özel yapıyor.

Portreler arasında gerçek adı bilinmeyen Rum kökenli bir Türkiye vatandaşı da vardır: Charolambos —bir balıkçıdır. Troçki’nin ülkemizdeki sürgün hayatının (1929-33) çoğunu geçirdiği Büyükada’da ona rehberlik yapan, birlikte balığa çıktıkları yirmilerinde bir gençtir Charolambos. 

Troçki’nin Büyükada’yı anlattığı günlüğü, kendisi ve Natalia Sedova Fransa’ya gitmek üzere Türkiye’den ayrılmadan iki gün önce, 15 Temmuz 1933’de yazılmıştır ve başlık: “Büyükada’ya Veda”dır. Bu günce, Portreler’de “Charolambos” başlığıyla yer almadan çok önce, 1934’de aylık bir dergide orjinal adıyla yayımlanmıştır.

Günlük şöyle başlıyor: “İşte! Artık, Fransız vizesi pasaportlarımızda açık ve kesin bir biçimde yer alıyor. İki gün içinde Türkiye’den ayrılıyoruz. Dört buçuk yıl önce, karım ve oğlumla buraya geldiğimde Amerika’da ‘refah’ en parlak zamanını yaşıyordu. Bugün, o günler tarih öncesi, neredeyse efsane gibi görünüyor.”

Günlükte yazılanlar bizi Atatürk döneminin Büyükada’sına götürür. Troçki, Büyükada’yı huzurlu ve unutulmuş bir yer olarak tanıtıyor. Gene de, dünyada olup bitenler adaya gecikerek de olsa gelmekte, ekonomik kriz bile bir yol bulup adaya ulaşmaktadır. İstanbul’dan adaya ziyarete gelenler ceplerindeki parayla birlikte giderek azalmaktadır. “En bol olan ise balık ve fakat ona da talep az.”

Troçki’ye göre, Büyükada, özellikle güz ve kış aylarında tamamiyle insansızlaştığında ve parklarda ağaçkakanlar belirdiğinde, kalemiyle çalışanlar için çok uygun bir yerdir. Tiyatro olmadığı gibi sinema da yoktur. Otomobil ise yasaktır. “Dünyada kaç tane böyle yer vardır?” diye sorar. Evlerinde telefon da yoktur. Eşek anırmalarında sinir yatıştırıcı bir yan bulur. Deniz hemen pencerelerinin altındadır ve adanın hiçbir yerinde denizden kaçış yoktur. Duvarından on metre ötede balık avlar, elli metre ötede ise ıstakoz çıkartırlar. Bazen, deniz haftalarca göl gibi durgundur.

“Fakat, posta sayesinde dünyanın geri kalanıyla yakın bir temasımız var. Postacı günlük gazete, yeni kitaplar, dost ve düşman mektuplarını getirir. O an heyecan doruğa çıkar. Bu basılı ve yazılı kağıtlar umulmadık yükseklikte bir yığın oluşturur. Çoğu da Amerika’dandır. Dünyada, benim ruhumun selametiyle bu aciliyette ilgilenen bunca insanın var olduğuna inanmakta güçlük çekiyorum” diyen Troçki, ruhunun perişanlığına samimiyetle yardımcı olmaya çalışanların ona gönderdikleri din kitaplarının, değil bir kişinin ruhunu kurtarmak, tescilli günahkarlar ordusuna bile yeteceğini söyler. El yazısından karakter okuyanlar, ona doğum günü ve saatini soran, geleceğini okumak isteyen astrologlar, onu tatlı sözlerle kandırarak imzasını almak ve ünlülerin imza koleksiyonuna eklemek isteyenlerin hemen hepsi Amerikalıdır.

Troçki’nin Büyükada’da kaldığı yalı.

Günlüğünü yazdığında, oturdukları yalı hemen hemen boşalmıştır; aşağı katta tahta kutular genç eller tarafından çivilenmektedir. “Eski ve ihmal edilmiş yalının döşemesi ilkbaharda gizemli tasarımlarla boyandığından beri evdeki masa ve sandalyelerin ayakları, hatta ayaklarımız bile dört ay sonra hâlâ döşemeye hafifçe yapışıyor. Tuhaftır, ama bana öyle geliyor ki, bunca yıldan sonra, sanki Büyükada’ya alıştım” der. Döşeme dahi onları adada tutmaya çalışmaktadır.

Çevresi iki saatte yürünerek katedilebilen adada fazla arkadaşı yoktur. Suyla bağlantısı ise daha fazladır. Ada’da geçirdiği 53 ay süresince, değerli öğretmenim dediği Charolambos sayesinde Marmara Denizi ile dost olur. Charolambos’un evreni ada ve onun dört kilometre açıklarına kadardır. Fakat, o evrenini çok iyi tanır. “Tamam, o eğitimsiz biridir, ama Marmara Denizi’nin güzel kitabını sanatkarca okur.” Sülalesi balıkçıdır. Babası ıstakoz avcısıdır, ağ kullanmadan avlar. Şanslı gününde otuz kırk, belki daha fazla ıstakoz yakalar. Troçki, birlikte çıktıkları ıstakoz avının ayrıntılı sürecini günlüğünde uzun uzun anlatır. Istakoz piyasasıyla ilgili olarak, “Son yıllarda herkes öyle yoksullaştı ki, ıstakoza olan talep Ford otomobillere olan talep kadar” diyecektir.

Denizde, Charolambos’la birlikte olduğunda çokça ağ atarlar, Troçki ağ balıkçılığını da anlatır. Balıkçılığın şaşırtıcı ve konuya uzak insanın asla düşünemeyeceği yönleri ona gözlemlerini en ince ayrıntısıyla günlüğüne aktarmaya zorlar. Charolambos’la balığa çıktıklarında ona verilen görevleri elinden geldiğince yapmaya çalışır. Çaresiz kaldığı durumlarda, arkadaşı imdadına yetişir. Günün sonunda, ağ çekildiğinde parmak kadar bir balığı ağda çırpınırken gördükleri zamanlar olduğu gibi, yüzlerce balığın ağı titrettiğine heyecanla tanık oldukları da olur. Troçki bu farkın nedenini merak ettiğinde, Charolambos, Türkçe “Deniz” diye karşılık verecektir. “Bu aynı zamanda ‘Kader’ demektir.”

Ağ çekilirken karşılaşılan tehlike yunus balıklarıdır. Troçki onların nasıl savuşturulacağını da öğrenir; yunuslar kurusıkı bir tabanca atışıyla korkutularak uzaklaştırılır. Tek düşman yunus da değildir. Ağ denizde uzun süre kalmamalıdır. Diğer balıklar da saldırır. En kötüsü de balık ağı hırsızlarıdır. Balıklarla birlikte ağ da gider. Troçki, on kiloya kadar balıkların misinayla tutulabileceğini yazar. Kendisi ne zaman bir balık tutsa Charolambos ona saygıyla “Büyük Mösyö” der. O da “Büyük Charolambos” diye karşılık verir.

İkili kendi aralarında anlaşmak için bir dil geliştirmiştir. Bu dil, Türkçenin, Yunancanın, Rusçanın ve Fransızcanın içinden çıkmakta; çarpık çurpuk, yerinde kullanılmayan sözcüklerden oluşmaktadır. İki veya üç yaşındaki çocukların konuşmalarındaki gibi sözcükleri yanyana getirmeye çalışırlar. Dil konusunda, “Genellikle onunla Türkçe konuşuyordum. Rastlantıyla bizi duyan biri benim Türkçeye hakim bir insan olduğumu bile düşünür. Hatta, gazeteler benim Amerikalı yazarları Türkçeye çevirdiğimi yazdılar —ufak bir abartma!” diye yazar.

“Bu sabah, balık tutma işi yavaşladı. Sezon bitti. Balıklar derin sulara döndü. Ağustos sonuna doğru yeniden gelecekler. Fakat Charolambos artık bensiz balığa çıkacak. O şimdi aşağıda kitap kutularını çiviliyor” diyen Troçki, kafasında Ada’ya vedaya artık hazırdır. “Kütüphanedeki boş raflar uykulu bir esneyiş içinde. Yaşam, yalnızca pencere kemerinin üst köşesinde yuva yapmış olan kuluçkadaki kırlangıçla eskisi gibi sürüyor ve o Fransız vizesiyle hiç ilgilenmiyor.” Troçki, açık olan pencereden adadaki yazlıklarına dönenleri getiren vapura belki de son bir kez bakar ve günlüğünü tamamlar: “Şöyle ya da böyle, ‘Büyükada’ adlı bölüm bitti.”

Çeviri ve anlatı: Nazmi Özüçelik