Jale Sancak, Tanrı Kent’te on sekiz öykü üzerinden İstanbul’un bugününü anlatıyor. Mekâna dayalı davranış örüntülerinin odağa alındığı öykülerde semtlerle insanlar arasındaki ilişkinin çok anlamlılığı, karmaşıklığı kent kimliği ekseninde sunuluyor. Galata, Tarlabaşı, Kulaksız, Hasköy, Nişantaşı, Fener, Çarşamba, Sulukule, Gazi Mahallesi, Bağdat Caddesi, Yeldeğirmeni, Kuzguncuk, Ortaköy, Etiler, Küçük Armutlu, Laleli, Hacı Hüsrev ve Kadırga “Tanrı Kent”in öyküleri. İstanbul’un adeta çok parçalı bir aynada bölünen, çoğalan, başkalaşan yüzleri Jale Sancak’ın kaleminde edebî ve politik içeriklerle estetik düzleme taşınıyor. Kurmaca kişilerinin kişisel tarihleri, korkuları, hayalleri kentin ritmi içinde semtlerin imgelerini oluşturan tarihsel, kültürel, siyasal ve dinsel kodlar bağlamında aktarılıyor. Kentsel dokunun zaman içinde farklı eğilimlerle biçimlendiği Nişantaşı, Çarşamba, Kuzguncuk, Etiler, Tarlabaşı bireylere de farklı yaşam pratikleri, rolleri yüklüyor. Hikâyeleri semtlerin hikâyelerine karışan öykü kişilerinin kente, İstanbul’a dair aidiyet algıları Jale Sancak’ın şiirsel üslubunda demleniyor.

Göçler, mimari müdahaleler, kentsel dönüşüm ve mutenalaştırmayla kabuk değiştiren semtler toplumsal hafızayı bulanıklaştıran sosyo-kültürel dinamikler içeriyor. Semtler arasında ekonomik ve siyasal nedenlerle ayrışan ‘öteki’lik imajları birbirine değmeden bir arada yaşayan yabancılar üretirken aynı mahallede, aynı sokakta, aynı apartmanda yaşayan insanlar arasındaki mesafe de dikkat çekiyor. Öykü kişilerinin benlik algıları, hayata dâhil olma biçimleri, psikolojik sınırları otobiyografik boşluklarda kimlik kazanıyor. Sınıfsal ayrımlarla farklı tonlara bölünen zaman-mekân algıları Jale Sancak’ın şiirden yankılanan estetiğinde derinliği değişen kurmacalara dönüşüyor.

Tarlabaşı

Her kent ve kent dolayımıyla her semt özgün imgeler, semboller, kodlar üretir. Semt ve toplum arasındaki bu özel dil gündelik hayatın içine çeşitli soyutlamalarla sızar. Birbirine eklemlenen mimari yapılar, caddeler, sokaklar, insan ilişkileri kenti/semti devingenliğe belli bir ritme taşır.

Tanrı Kent’in ritimlerinden Tarlabaşı göç psikolojisinin odağa alındığı, aidiyet sorguları ve kente uyum sağlama biçimleri üzerine inşa ediliyor. Tarlabaşı’nın şimdiki zamanı ise Dilan’ın algıları aracılığıyla aktarılıyor. Dilan’ın yaşadığı Tarlabaşı, geçmişten günümüze farklı ‘öteki’liklerin konumlandığı bir sahne oluşturuyor. Vaktiyle Rumların, Fransızların, Levantenlerin ev ve işyerlerinin bulunduğu sokaklar Dilan’ın zamanında tinercilerin, tornacıların, çetelerin hüküm sürdüğü, cinayetlerin sıradanlaştığı karanlık bir mekâna evriliyor. Mutenalaştırma çalışmaları nedeniyle toplumsal bir kaosa sürüklenen Tarlabaşı, sınıfsal farklılıkların altını çiziyor. Soylulaştırma, seçkinleştirme, kentsel süzülme anlamlarına gelen mutenalaştırma, İstanbul’da 1980’lerden itibaren başlayan bir dizi yenileştirmeyi içeriyor. 1980’lerde Boğaziçi hattında başlayan, 2000’de Beyoğlu, Tarlabaşı, Sulukule, Fener, Balat’la devam eden kentsel dönüşüm ve mutenalaştırma faaliyetleri merkezdeki tarihi semtlere görece yüksek gelirli tabakaları yerleştirme amacını taşıyor. 1980 öncesinde farklı etnik grupların yaşadıkları semtlerin sürgünlerle ve göçlerle değişen çehreleri bu kez farklı politik, ekonomik nedenlerle değişiyor. “Gerek terk etme gerek mutenalaştırma, kentin ekonomisinde nüfusun iktisadi kutuplaşmasını büyük ölçüde artıran değişimlerle yakından ilgilidir. Yoksulların devamlı yer değiştirme baskısı altında olduğu ve zenginlerin devamlı mutenalaştırılan mahallelere yerleşmeye yöneldiği bir kısır döngü yaratılır.”[1] Yaratılan kısır döngünün içinde Dilan ve diğer öykü kişilerinin ‘öteki’likleri daha görünür hale geliyor. Estetik ve ekonomik kaygılar ekseninde oluşturulan sınıfsal yalıtım paralel sokaklar, caddeler arasındaki uçurumu derinleştiriyor. Mardin’den göçüp gelen bir ailenin üyesi Dilan ve Tarlabaşı’nda şahit oldukları kişisel kent mitleriyle hiç örtüşmüyor.

“Dilan, küf kokulu odada yalnız, ayna karşısında Dilan yabancı, pencerenin kıyısında mahzun, kapı önlerinde oturan Mardin kokulu kızlardan biri Dilan. Kaç yıl sonra şehrin ortasında hâlâ şehre uzak, hâlâ Dargeçit’te Dilan.”[2]

‘Öteki’ olmanın ağırlığı hem ev içlerinde hem de dışarıya uzanan bakışlarda hissediliyor. Korkunun, tedirginliğin sessizliği sokağın sesleriyle bölünüyor. “Hoyrat erkek sesleri, din iman küfürler, çocuk ağlamaları, Kürtçe mırıltılar dolaşıyor odaları.” (s.23) Birkaç sokak ötede eski eşyalar satan babası ve yatalak halası Meryemce ile yaşıyor Dilan. Beyoğlu’na bir cadde uzaklıkta; kokuların, renklerin değiştiği öfkeli, hoyrat bir sokakta. Bu bağlamda babasına görünmeden, canı pide çeken Meryemce için pideciye gitmek büyük bir karar Dilan açısından. Sokağa karışmak, caddeye yaklaşmak cesaret. “Yeşil, mavi, kırmızı kapılar. Duvarlardaysa bugüne yabancı arkaik, ince süslemeler. Lağım kokusu, küf kokusu, yemek kokusu, kirli ten, çürümüş nefes kokusu.” (s.25) içinden usulca geçiyor Dilan. Eşkıya’daki diskotek sahnesinin çekildiği Manastır Bar; sanatın, inançların, heveslerin, dünün, bugünün birbirine karıştığı yeni kimliklerin arasından geçiyor. Caddede Taksim 360 Project için vinçler, harçlar, beton karma makineleriyle konforlu yaşam inşaları. Meryemce’nin yanında merhamet, serin taşlıkta kararsızlık, sokakta bir korkağa dönüşüyor Dilan. Aidiyet kuramadığı bir yerde; etrafındaki karmaşaya, kendine, hayata yabancılaşıyor. Ancak bir ihtimalle, bir başkaldırı ihtimaliyle bitiyor öykü.

Nişantaşı

Tarihsel dokusu, ışıltılı vitrinleri, cıvıl cıvıl kafeleri, barları, restoranları, nadide kokuları başka dünyanın insanlarıyla farklı yabancılaşmaların, kayboluşların mekânı Nişantaşı.

Başkişi Asu’nun New York-İstanbul, İstanbul-New York güzergâhında seyreden hayatının İstanbul’u Nişantaşı anlamına geliyor. Küçükken stilist olmayı hayal etse de bugün kaba saba tekstilcilerle uğraşamayacağını düşünen iç mimar Asu, yaratıcılığını öldürmediği standartlardan bakıyor hayata. Öykü, sevgilisi Kerem ile buluşmadan önceki hazırlık sürecinin heyecanlarıyla açılıyor. Kıyafet seçimi, kuaför, takılar, Nişantaşı’nın gündelik ritmi Kerem’in evli olmasının, akşam buluştuklarında eşinin onları rahatsız etme ihtimalinin önüne geçiyor.

“Her zaman elit, şık bir yer oldu Nişantaşı. Tarzları farklı olsa da Manhattan kadar çekici, Broadway kadar albeniliydi.” (s.48)

Özenilmiş dış yüzeyleriyle ince bir zevkin göstergesi eski taş binaların, son derece modern dekore edilmiş mağazaların görkeminde gezinen Asu “Tam bir Avrupa havası. Bir de geri kalmışlığımızdan söz etmezler mi! Tanrım nasıl kızıyorum!” (s.48) diye düşünüyor. Ancak Rumeli Caddesi’nin bütün ara sokaklarını kuşatan cahil konfeksiyoncuların, tarihi apartmanlardaki dikiş makinalarının insanı yoran sesleri, arabesk şarkılar, overlokçuların avaz avaz bağırtıları duyuluyor. Şahit olduğu olumsuzlukları görmezden gelen Asu, kendi gerçekliğinde, kendi şimdisinde geceye dair hevesleriyle yürümeye devam ediyor. Nişantaşı’dan Osmanbey’e doğru ilerleyen adımları üç el silah sesiyle kesiliyor. Gündeliğin ritmi bozuluyor adeta zaman duruyor, hayat bir ürpertiyle donuyor.

“Üç el silah sesi… Çakılıp kaldı sonra. Bir delikanlı beyaz beresini fırlatıp koşarak uzaklaştı. Ne kadar zaman geçmişti? Boşlukta bir güvercin tedirginliği. Çığlıklar, ağlayışlar, sirenler… Biri, ‘Gazeteci Hırant Dink’i vurmuşlar,’ dedi.” (s.53)

Vladimir Nabokov, ister sanatsal ister pratik olana meyilli olsun her zihinde gündelik yaşamın korkunç belalarını aşan şeyler için daima bir algı hücresi bulunduğunu söyler.[3] Bu bağlamda üç el silah sesinin ardından yüzleşilen gerçekliğin Asu’nun içindeki bir hücreyi uyandırdığı görülüyor. Zira kendine dönük ânlarının sınırlarında bir şeyler kırılıyor. Konfor alanına yoğunlaşan zihni yaşadığı ülkeye dair bir ‘ötekil’eştirme ve nefret diliyle karşılaşıyor.

Sulukule

“Ben Sulukule’de doğdum, Babam Sulukule’de doğdu (…) Hepimiz Sulukuleliyiz, Sulukule İstanbul’dur.” Sulukule’deki bir duvar afişiyle açılan ve Nurgül Pembegül’ün annesinin mezarını aradığı, bu dünyadan göçüp gitmiş Gırnatıcı Sami’nin ruhunun sokaklarda dolaştığı öykü mutenalaştırma çalışmalarıyla yerlerinden sürülen Romanları konu alıyor. Kendine özgü ritmi, neşesi, yaşam biçimi; kuşaklarca aktarılan kültürel değerlerine rağmen egemen kültürün dışında kalan, ötekileştirilen Sulukule… Tek derdi annesinin mezarını bulmak olan Nurgül Pembegül’ün maruz kaldığı dışlanmışlık, ilgili kurumlara yönelttiği soruların yanıtsız kalması ve bunun sadece Roman olduğu için başına geldiğini düşünmesi, doğup büyüdüğü yerden sökülme çalışmaları öyküyü derinleştiriyor.

Romanlar için belirlenen yeni yaşam alanı Taşoluk, kuşaklardır süregelen özgün kültürel detayları, yaşam alışkanlıklarını tehdit eden bir mekân. Bu bağlamda Sulukule’nin dönüşümü sadece kamusal mekânların değil yerleşik bir kültürün de dönüşerek silinmesi anlamına geliyor. Öykü kişilerinden Kemancı Ali mahalleyi kurtarmak için çalmadık kapı, konuşulmadık muhterem bırakmıyor ancak tüm çabaları sonuçsuz kalıyor.

“Yuh ulan hepsini numaralamışlar evlerin. Yollayacaklar bizimkileri buradan. Ne yapar be bizim çileli millet oralarda? Zati dokuz yüz doksan ikide teşkilat bastı buraları, kırdılar evlerin kapılarını, sazları kırdılar, eğlenceyi engellediler, ekmek parasını. Güya fuhuş yaparmışız evlerde be. Ne fuhuşu be! Amirim biz müzisyeniz be, canavar değiliz.” (s.79)

Öykü, ‘öteki’leştirmenin ağır darbelerine maruz kalan Romanların artık olmadığı bir Sulukule’de Gırnatacı Sami’nin hayalet ezgileriyle son buluyor.

Çarşamba

“Yangınlarla o güzelim eski İstanbul evlerini, böylece estetik dokusunu yitiren, altmışlı yılların nohut oda, bakla sofa apartmanlarıyla idare eden Çarşamba.” (s.69) Mekânsal kimliği dinsel kodlarla yüklü olan Çarşamba, Tanrı Kent’teki öykülere de bu kimliği ile dâhil oluyor. Kamusal alanların dinsel göstergelerle donatıldığı, aidiyetin inanç üzerinden biçimlendiği bir semt Çarşamba. “Ne bir ses ne de bir ezgi, Gülbahar’ın ceviz sandığı, Gülbahar’ın gözleri, dudakları nicedir kilitli.” (s.67) cümlesiyle açılan öykü, Gülbahar ve ağabeyi Süleyman arasındaki hiyerarşik ilişki üzerinden yükseliyor. Devrin şartları gereği muhafazakârlaşan bir semtte muhafazakârlaşan bir aile örneği onlarınki.

“Bir vakitler itin tekiydi Süleyman, her türlü numara onda. Sonra baktı el değiştiriyor para Çarşamba’da, ticaretin notalarını sarıklılar yazıyor, cemaatler iktidar olma yolunda, laiklere ekmek yok oralarda.”, “…takkeyi başına, şalvarı ayağına geçirip derhal onların safına geçti bizimki.” (s.68)

Ekonomik koşullar gereği saf çıkarcı eğilimlerle yön belirleyen Süleyman’ın tercihleri kardeşi Gülbahar’ı da etkiliyor. Edinilen yeni davranış pratikleri hem aile içindeki hem de toplumsal yaşam içindeki ilişki biçimlerine dair göstergeler içeriyor. Gülbahar’ın ağabeyi dolayımıyla ‘öteki’leştirdiği geçmişi, çocukluğu, okul yılları Dilan’ın (Tarlabaşı) hissettiği yabancılaşmayla benzerlikler içeriyor. Dilan etnik kimliği ve cinsiyeti nedeniyle açık ve örtük baskılara maruz kalırken Gülbahar’da cinsiyet faktörüne dinsel hükümler ekleniyor. Erk’in temsili ağabey bir kontrol mekanizması olarak beliriyor. Bu bağlamda sandıkta saklanan blucin, bir kıyafetten çok daha fazlasını içeren anlamlar üretiyor.

“Gülbahar gidip sandığın kilidini açtı. “ Nasıl da yabancıyız birbirimize!” Bu blucin, bu sandığın dibinde sakladığı, ortaokul yıllarından kalma.” (s.68)

Özgür seçimleri, benlik bilincini, bireysel tavrı engelleyen sebepler Gülbahar’ın karşına bir ağabey biçiminde dikiliyor. Öykünün sonunda Gülbahar’ın blucine vurduğu makas dayatılan rollere hayır diyebilecek bir kadının dirilme ihtimalini simgesel düzeyde yok ediyor.

Jale Sancak

Yeraltı

Jale Sancak Tanrı Kent’te şiirler, ilanlar, bildiriler, afişler ile açtığı öykülerinin estetik düzlemine sosyolojik verileri yerleştiriyor. Kent bilinci, kent muhalefeti, kent hakkı gibi başlıklara bölünebilecek kavramlar kurmaca kişilerinin davranış örüntüleriyle edebî eksene taşınıyor. Dev bir inşaat alanına dönüşen İstanbul’un hafıza kaybı bugünün gözleriyle, şimdiki zamanın ritmiyle aktarılıyor. Kentsel, kültürel ve bireysel travmalar; siyasal, dinsel, tarihsel, ekonomik uzantılarla öykülerin yeraltına ulaşıyor.

Değişen, dönüşen semtlerin eski ve yeni sakinler üzerindeki etkileri iletişimsizlik, yabancılaşma, yalnızlaşma bağlamında değerlendiriliyor. Aidiyet alanı ve kimliğe dair sorgulamalar kimi zaman başkaldırıya, öfkeye, yıkıcı tepkilere kimi zaman da sinmeye, susmaya, kabuk değiştirmeye dönüşüyor. Mekânın kişiler ve kişilerin davranış eğilimleri üzerindeki karmaşık etkisi öykülerdeki gerilimi inşa ediyor. Semtler arasındaki sosyo-ekonomik, sosyo-kültürel farklılıklar öykü kişilerinin hayata dair tavırlarında belirleyici rol oynuyor. Bu aynı zamanda farklı ‘öteki’lik tanımlarına da işaret ediyor. Ortaköy öyküsünde, Pervari’den çalışmak için gelen Nizam bir yandan kentin içinde var olmaya diğer yandan ailesindeki töre kurbanı kadınları unutmaya çabalıyor. Acı, kan, korku, çığlıkla dolu bir geçmişi İstanbul’un, Ortaköy’ün farklı yaşam ihtimalleriyle sağaltmayı amaçlıyor. Yel değirmeni’nde Yahudi Evliya diye tanınan Terzi Solomon Seviş ise ayak uyduramadığı çarpık değişimler içinde bocalıyor. Viktorya’nın ölümü ve geçen yılların gölgesinde, “Yel değirmeni ölü bir yer, evlerin içini bilmiyorum, kaç yaşındayım bilmiyorum. (…) Viktorya ne zaman öldü? Ben ne zaman…” (s.105) sorularının bulanık yalnızlığıyla bakıyor hayata.

Tanrı Kent’te her semtin dekoru kadar o dekorun neden olduğu kaygılar, gerilimler de değişiklik gösteriyor. Kentli zenginlerin yaşam alanı Etiler magazinciler, oyuncular, iş insanları, işletmeciler, çalışanlar ve dışarıdan izleyen gözler için başka anlamlar içeriyor. Nişantaşı gibi soyut izolasyon kuralları bulunan Etiler burjuva toplumu mekân özellikleriyle izotopi örneği oluşturuyor.[4] “Modern metropol günden güne, farklı şekillerde tanımlanmış adacıkların karışık bir kümesi haline gelmektedir. Bazı durumlarda, bu adacıkları kentin geri kalanından kelimenin gerçek anlamıyla duvarlar ayırır; büyük alışveriş merkezleri ve etrafı çevrili, güvenlikli yerleşkeler buna örnektir.”[5] Etiler’i ‘öteki’lerden ayıran görünmez duvarlar, kimi zaman başkaldırılara da sahne oluyor. Akmerkez önünde Dayanışma Evleri Örgütünün bir pankartıyla açılan Etiler öyküsü semtin ritmini sekteye uğratan bir tepkiyi dile getiriyor. Küçük Armutlu öyküsündeki ölüm oruçları, Bağdat Caddesi’ndeki Sevim Burak anıştırmaları kurmaca düzlemine sızan gerçeklik parçalarını oluşturuyor.

Jale Sancak Tanrı Kent’te sıradan insanların kent içindeki kayboluşlarını, aidiyet sorgularını, hayatla aralarına giren mesafeleri, yabancılaşmayı, yalnızlaşmayı odağa alıyor. ‘Öteki’leştirilen veya kendilerinden ‘öteki’ler yaratan öykü kişilerinin tökezleyişleri gündeliğin olağan sınırlarında kalıyor. Kurmaca kişilerin deneyimleriyle biçimlenen öykülerde hayata dair sorguların, ayakta kalma çabalarının felsefi, entelektüel art alanı bulunmuyor. Travmaların nedeni daha çok ekonomik kaygılar, aile ve toplum içindeki iktidar ilişkileri olarak beliriyor. Jale Sancak estetiğinin yeraltındaki şiirsel imgeler, farklı kimliklere bürünerek farklı bağlamlara açılan kurmacalara dönüşüyor.

Hande Balkız


[1] Neil Smith, Peter Williams, Kentin Mutenalaştırılması (çev. Melike Uzun), Yordam Kitap, İstanbul, 2015, s. 208

[2] Jale Sancak, Tanrı Kent, İthaki Yayınları, İstanbul, 2020, s. 21 (Alıntılar bu baskıdandır.)

[3] Vladimir Nabokov, Edebiyat Dersleri (çev. Ayşe Lucie Batur, Fatih Özgüven), İletişim Yayınları, İstanbul, 2017, s. 509

[4] İzotopi için bknz. Henri Lefebvre, Kentsel Devrim (çev. Selim Sezer), Sel Yayınları, İstanbul, 2019, Henri Lefebvre, Mekânın Üretimi (çev. Işık Ergüden), Sel Yayınları; İstanbul, 2019

[5] Stavros Stavrides, Kentsel Heterotopya (çev. Ali Karatay) Sel Yayınları, İstanbul, 2016, s. 32