Dünya’nın oluşumundan itibaren (50 Milyon yıl hata payıyla)

4 milyar 540 milyon 874 bin 672. yıl, 334. Gün:

İNANÇ VE ALIŞKANLIK

İnancın, çok güçlü bir hayata tutunma aracı olduğunu bana öğreten bir olayı anımsıyorum. Yaşamda önem verdiğimiz şeylerin farklılığı bizi başkalarından ayırır. Eminim, yıllar önce okuduğum o haberi benim gibi okuyan çok kişi olmuştur, ama benim gibi onu bugün önemsediğim bir ayrıntısıyla anımsayan olmayabilir de.

Aslında söze pek de doğru başlamadım. İnsan inancının ve alışkanlıklarının çok güçlü olduğunu söylemeliydim. Bakın, bu bile yetersiz kaldı. Asıl söylemek istediğim, inanca dönmüş alışkanlıkların gücü ki, konu bununla ilgili: Otuz yıldan fazla bir zaman önce, Amerika’da Coca Cola şirketinin genel müdürü bir karar aldı. Ona göre, Coca Cola’nın o bilinen tadını değiştirmenin artık zamanı gelmiş de geçiyordu. Yakın bir tarihte halk yeni kolanın yeni tadıyla tanışacaktı vs. 

Haber, kola sevenlerin arasına atılmış bir bomba etkisi yapar ve posta müdürlüğü Coca Cola şirketine gönderilen ve kararı lanetleyen mektupların düzenlenme ve teslimatında ek elemanlar çalıştırmak zorunda kalır. Şirkette mektupları koyacak yer kalmamıştır.

Okuduğum haberde birkaç ilginç mektuba da yer veriliyordu. Gelgelelim, benim unutamadığım mektup genel müdüre yaşlı bir kadın tarafından yazılmıştı ve hiç de diğerleri gibi uzun değildi: “Şu yaşadığım hayatta benim bir Tanrım ve bir de Coca Cola’m var. Sen kim oluyorsun da Coca Cola’nın tadını değiştiriyorsun?”

İş Tanrı’ya el uzatma noktasına gelince, şirket yönetimi apar topar toplandı. Kararın geri çekildiği bir basın açıklamasıyla halka duyuruldu. Bir kaç yıl sonra Diyet Kola’nın (Diet Coke) çıktığı haberini aldık, fakat Coca Cola’nın tadı değiştirilemedi.

Burada bitmesin: Montaigne’in (1533-1592) yazın alanında bir buluş olan Denemeler’ine giderek, “Akıl erdiremediğimiz gerçekler” başlığı altında inanç ve alışkanlıklar konusuna eğildiği satırlara bir göz atalım:

“İnanç ruhumuza bastırılan bir damga gibidir; ruh ne kadar yumuşak olur, ne kadar az karşı koyarsa ona bir şeyi mühürlemek o kadar kolay olur” dedikten sonra Montaigne, başkalarının inancını reddedip öyle şey olmaz demenin de yanlışlığını yıllar içinde öğrendiğini söylüyor ve oradan alışkanlıklara geçerek aklımızın ermediği şeyleri yok sayma eğilimimiz için “…Bize acayip gelmeleri onları bildiğimizden değil alışkanlıklarımıza uymamalarındandır” diyor. Böylece, ‘alışkanlıklarımıza ters gelen şeylere inanmamayı seçeriz’i vurguluyor. 

337. Gün:

ZAVALLI SUZAN!

Suzan’la tanıştığımızda üstünde biraz sonra çıkaracağı bir bornoz vardı; beyaz ve ince kemerli. Alışık olduğu estetik hareketlerle bornozunu çıkardı, çıplak kaldı. Kendisi için hazırlanan bir kerevete oturdu; yanına giden resim hocamızla konuştuktan sonra, onun istediği pozu vermesi uzun sürmedi.

Deneyimli modeller hocaları hemen anlar, onları üzmeden poz verirler. Deneyimsizler ise hocadan bir sürü ek açıklama duyduktan sonra (sağ kolunuzu biraz yukarı kaldırın, bacağınızı karnınıza doğru çekin, ayaklar paralel olsun, başınız hafifçe sağa) istenen poza ulaşırlar. Suzan deneyimliydi. Biz öğrenciler çizim sehpalarımızla etrafını aldık. Çizim süremiz beş dakika, süre bitiminde poz değişecek. 

Ders başlamadan beş on dakika önce gelip ortalıkta yalınayak dolaştığı için, Suzan’ın eski ahşap döşemenin kirinden kararmış tabanları, teninin beyazlığıyla zıtlık oluşturuyor; tuhaf bir duyguyla pis ayaklarına bakmaktan kaçınıyorum. Poz süresi kısaysa, ayakları çizmesem de olur diye düşündüm ve bedeninin hatlarına odaklanarak haldur huldur çizmeye koyuldum. Hoca aramızda dolaşıp, yardımına gereksinme duyan öğrencilere, parmağıyla resimlerindeki bir bölgeyi gösterip yorum yapıyordu: “Boyuna dikkat.” “Gereksiz gölge yapma.” “Perspektifi gözet.”

Sınıfın yarısı kız. ‘Kadın model kızlar için daha kolay olmalı’ diye düşündüm: Kendi bedenlerinden farklı değil. Fakültedeki ikinci yılımda çıplak modelle çalışma başlayınca, bir süre bocaladığımı anımsıyorum. O zaman, resimde en zor konunun nü resim denilen çıplak kadın model olduğunu bilmiyordum. Ama, bunu kısa sürede öğrenecektim. Model, Suzan gibi gençse resmetmek daha da zordur: Vücutlarında en küçük bir kırışıklık göremezsiniz, o yuvarlaklıkları nasıl resmedeceğinizi bilemezsiniz. 

Beş dakikalık poz bitti, on dakikalığa geçtik. Hoca bu sefer bizden, artan zamana göre daha fazla bilgi veren bir resim isteyecekti. Biraz daha ciddileştim. Hoca, ikinci dönüşünde benim arkamda durup, yaptığım resme baktı, neyse ki, bir şey söylemedi. On dakikalık süre de bitti. Çizilmiş kasap kağıtlarımızı şövalenin üstünden aşırıp bekledik. 

Hoca, Suzan’a garip bir poz verdirmeye çalışıyor. Ortaya bir koltuk getirildi. Suzan koltuğun yanından bir bacağını içeri attı. Sağ kolunu da öne uzatarak, koltuğun arkasına abandı. Dengesini bulabilmek için öbür bacağını alabildiğine geriye itti, sol kolunu da yana koltuğa bastırdı. Hoca, “Nasıl, böyle yirmi dakika durabilecek misin?” diye sordu. O, “Dururum” dedi. Bence, duramazdı. Yavaş yavaş daha rahat edeceği bir şekle dönüşeceği kesindi. 

Sınıfta bir karışıklık baş gösterdi. Hepimiz modeli daha kolay çizeceğimiz bir açı peşindeydik; çizim sehpalarımızı kaldırıp kaldırıp değişik yerlere koyuyor, o ideal açıyı arıyorduk. Ortamın sakinleşmesi çok sürmedi ve yirmi dakikalık çizime başladık. Yirmi dakika, bir resmi bitirebilmek için yeterlidir. Eğer, yirmi dakikada yapamıyorsanız, hiç yapamayacaksınız demektir. Bunu, hocalar bizden daha iyi biliyorlardı, tabii. Faber marka grafit kalemimi boş kağıtla buluşturmadan önce, Suzan’a bir kez daha baktım; bulunduğum yere göre, gözümü kaçırdığım ayak bana doğru uzanmış kirini gözüme sokar gibi sergiliyordu.

Modelin başlangıç duruşu değişmeden hızla çizmeye giriştim. Zavallı Suzan! On dakika sonra o tuhaf pozda beklediğim gibi yamuldu. Ama, ben çoktan resmimin ana hatlarını kağıda geçirmiştim. Hem ince çizgilerle oyalanıyor, hem de onun pürüzsüz tenini belli belirsiz gölgelerle nasıl üç boyutlu hale getireceğimi düşünüyordum. Hoca, sınıftaki dairesel yörüngesinde tam benim arkamdan geçerken resmime bir göz attı. İlgisi sanki saniyenin onda biri kadar sürdü ve bana: “Ayak tabanını biraz öne çıkar, belirginleştir” dedi.

339. Gün:

SAPAN

“Ey! Elektrik tellerine konan kuşlar… Korkun benden.

“Mahallede benim kadar güzel sapanı olan yok. Hayır, ben yapmadım. Sokakta buldum onu. Görür görmez hemen yerden kaptığım gibi cebime attım. Benim şimdi o. (Kısa bir ara verip çocuğun yerde bulduğu sapanı kolayca sahiplenmesinin arkasındaki nedene bakalım: Bütün çocukların bildiği sokak kurallarına göre; yerde bulunan -her ne olursa olsun- bulanındır. Nokta! Bu kuralı kötüye kullanan çocuklar da olur. Bunlar, arkadaşlarının hoşlarına giden şeylerini -bir bilye, gazoz kapağı, sigara kapağı- “Bi göstersene”yle ceplerinden çıkartıp, onlar gösterirken aniden ellerine vururak yere düşürürler, sonra da çevik bir hareketle onu yerden alıp ceplerine atarken herkesin duyacağı şekilde onu yerde bulduklarını bağırarak ilan ederler: “Yerde buldum! Yerde buldum!” Bu açık haksızlığa karşı çıkanlar olur. Bu defa, geri vermemek için ‘Cebe giren bir daha çıkmaz’ kuralına tutunmaya çalışırlar. Bu da sökmeyince, aldıklarını tıpış tıpış gelip sahibine geri vermek zorunda kalırlar —Çocuklar arasında adalet yoksa, toplumda da yoktur. Devam edelim.) Bir iki atış talimi… Tamam. Sanki hep benimmiş gibi. Küçük yuvarlak bir taşı meşinine yerleştirip, bir elimle çatalı dik tutup, öbür elimle de lastiği gerip gerip bi bıraktım mı, nişan aldığım yeri vururum. Bu sabah bir serçeyi indirdim. Sertaç da nişan aldı ama, ıskaladı. Serçeyi yerden aldık. Tüylerini yolup bir çubuğa geçirdik. Bir çukur kazıp içinde ateş yaktık. Serçeyi döndürerek pişirdik. Öyle güzel koktu ki! Payıma düşen et parmağımın ucu kadardı. Daha da olsa yerdim. Ama, serçeye acıdım. Kuşlara acıyorum. Onlara sapan atmak istemem. Herkes atarken ben de nişan alıp atıyormuşum gibi yaparım. Vurmamak için öyle tam nişan almam. Bu küçük serçeyi nasıl vurdum, ben de şaştım, ama bunu Sertaç’a söylemedim.” 

341. Gün:

Zamanı yenen tek şey edebiyattır. O yüzdendir ki, edebiyata karşı işlenen suçların zaman aşımı olmaz.