
Sokaktan, beyaz tülbentleri, çenelerinde kadim dövmeleriyle yaşlı Kürt kadınları, ellerinde ucuza kapattıkları marazlı tavuklarla geçiyorlar. Torbacıların parlak jantlı, bangır bangır, çirkin müzikli araçlarına kinle bakıyor sokağın köşesindeki çengel bıyıklı adam. Başörtülü, hepsi bir örnek makyajlı, Mardin Arapları sizden değiliz havasıyla yürüyüp suratlarını ekşitirken, Fellah’lar Mardin Araplarının duyacağı uzaklıktan, körolasıcalar doldurdular her yanı der gibi dikine dikine söyleniyorlar. Sonra hepsi birden, eskimiş pabuçları, geceyi andıran üstlüğüyle evinin önünü süpüren Suriyeli kadına bakıyorlar. Bilinçsiz bir istemezlik kavuruyor içlerini. Kavruk gençliğiyle Kürt çocuk damdakine sesleniyor, “abi bokunu yiyim, o kuş abimin”. Cevap veriyor Fellah olan öteki, “siktirgit lan, kuş bende değil”. Hamamböcekleri evlerin paslı kapılarının altından fırlayıp kanalizasyona kaçışıyorlar. Üç beş tanesi çocukların hışmına uğruyor. Kedi, evle sokağın kesiştiği noktada duran çöp tenekesinin ardına pusmuş, hayli zamandır süren ve bitmek bilmeyen inşaatın mezbeleye dönmüş sahanlığına sinmiş fareyi kolluyor. Burnundaki sümüğü bir içeri bir dışarı çekip duran altı çıplak çocuk tetikte. Kedinin tarafını tutuyor. Yüzünde uğursuz kırışıklıklarıyla meymenetsiz bir kadın, parmak uçlarıyla tuttuğu çöp poşetini, gürültüyle yamulmuş çöp tenekesine atıyor. Kedi, fare, altı çıplak çocuk dağılıyorlar.
Evin içinde yaşına göre hayli küçük, cılız, saçları karışık bir kız çocuğu. Göğüsleri tahta gibi. Kimse ona ergenliği yakıştırmıyor. Dersleri ve kardeşinin sorumluluğu altında bunalmış, durmadan zırlayan kardeşinin eline bir hıyar tutuşturuyor. Babası inşaatta. Yorgun, sinik, sessiz babası. O gittiğinden, daha doğrusu kaçıp gittiğinden beri evin bütün yükü, sokağın türlü sözü kendisinin üstünde. Gelsin istiyor. Üstündeki yükü, sokaktaki sözü yüklensin. Cılız, dar omuzlarına bunca yük fazla, eziliyor. Evin odaları dar, eşyalar üst üste, odaların her birinden amca çocukları, hala kızları çığrışıyor. Evin kadınları süslenip püslenip birer birer çıkıyorlar odalardan. Hepsinin de işi var çarşıda. “Acaba benim de bir gün çarşıda işim olacak mı?” diye düşünüyor. İmreniyor, halalarına, yengelerine. Sonra kendisini bırakıp gidenin de sık sık çarşılara çıktığını hatırlayıp imrenmeyi yarıda kesiyor. Solgun yüzünde yorgun, içkin bir cümle gibi duruyor gözleri.
Sokaktan ucuz, ezik sebzeler satan seyyar satıcılar geçiyor. Kadınlar evlerinden çatallaşmış, cırtlak sesleriyle soruyor, “kaça domates?”. Yaldır yaldır yanan motosikletleri, üzerlerine yapışmış naylondan gömlekleriyle, altlarındaki makineyi bağırta bağırta gezinen gençler, bu bağırtıya düşen olur mu derdinde. Evlerden bakkala gönderilen çocuklar, üzerlerine bol gelen solgun pijamalarını çekiştirip duruyor, ellerindeki buruşuk parayı sıkı sıkıya tutuyorlar. Kedi fareyi boşlamış, temkinli ve çevik bir pozisyon seçmiş kendisine, gözü az ötede tedirgin bir yavaşlıkla yemlenen kumruda. Sümüklü ve altı çıplak çocuk bu kez kumrunun tarafında. Elinde büyük habbeli tespihi, kanlanmış gözleri, hırıltılı göğsüyle şişman adam gürültülü bir şekilde boğazını temizliyor. Tükürdüğü koyu sarı balgam kedinin kuyruğuna yapışıyor. Kedi, kumru ve altı çıplak çocuk kaçışıyorlar.
Hıyarı kemiren küçük kardeş mızırdanıyor. Derdi çizgi film izlemek. Kızın kafası dersi almıyor. Onu özlüyor mu özlemiyor mu bilmiyor. Kızgın ve kırgın olduğunu biliyor yalnızca. Cılız omuzlarında, akrabaların, konu komşunun bin türlü lafı var. Sanki o da ileride gidecekmiş gibi bakıyorlar kıza. Haset ve küfürle. Durmadan çarşılara gittiklerini unutuyorlar. Hem ne vardı gidecek, babası elinden geleni ardına mı koyuyordu? Akşam yevmiyesinin tümünü eline saymıyor muydu? Çarşılara gitmesine ses mi ediyordu? Bir türlü anlamlandıramıyor gitmesinin nedenini. Hem okulda da biliniyordu gittiği. Konusu iyi çoğunlukla da kötü açıldığında incecik boynu bükülüyor, bakışları hemencecik yerde. Geçenlerde okuldaki kızlardan biri demişti, “benimki gideydi, hiç arkama bakmaz dama çıkıverirdim”. Dimdirek böyle söylemişti. Konuşulanları hatırladıkça, domurlanmamış göğsünde kendisine büyük gelen bir sancı hissediyor.
Sokağın, daha dar, daha içe, çıkmaz aralara giden köşelerinde torbacılar duruyor. Alelade bir şey yapar gibi, ellerindeki siyah poşetlerden renk renk haplar, sarmalar, tozlar verip paralar alıyorlar. Az ilerde Fellahların Ziyareti var. Yaşlıca adam yazıları eğri bir levha asıyor ziyaretin duvarına, “Buraya afiş yapıştırmak ve yazı yazmak yasaktır.” Uzaklardaki bir camiden müezzinin çatallanmış, bet sesi duyuluyor. Ezan sesiyle birlikte, kirli takkesinin altında kelliği belli kambur ihtiyar kazmasının başında doğruluyor. Kadınlar Ya Allah deyip, dudaklarını alışkanlıkla kıpırdatıyorlar. Kedi, çatlak duvarın kenarında sırtını kamburlaştırıyor. Güçlü ve atak ön patisinde bir devinme. Karşısında kudurmuş, kirli bir köpek. Altı çıplak çocuk ikisinden de yana değil. Ama dövüşüp dövüşmeyeceklerini merak ediyor. Sümüğünü üst dudağına değdirip değdirip geri çekiyor. Hırlama ve tıslamaların ortasında sokakta önce acı bir fren, sonrasında da galiz küfürler uçuşuyor. Çocuk eve seyirtiyor, kediyle köpek sıvışıyor.
Kız evin bütün curcunasının ortasında sessizce babasının tahta sandığına yaklaşıyor. Hâlbuki babası o sandığa bakmayı bile yasaklamış. Orada, belki de babasının hayatında her şeyden çok önem verdiği bir şey var. Giden gittiğinde, el ayak çekilince açmış, uzun uzun sandığın içine, içindeki şeye bakmıştı. Arada çıkartıp temizlediğine, orasıyla burasıyla oynadığına tanık olmuşluğu var. Hem televizyonda da kaç kez görmüş nasıl yapıldığını. Göğsünde adını koyamadığı bir yanma hissediyor. Bu yanma ve babasının korkusu arasında gidip geliyor. Aklında sürekli o kızın dediği, “ben olaydım…” Dama çıkamaz, işsiz amcası sürekli orada, güvercinleri yemleyip uçuruyor. Geriye sandığın içindeki kalıyor. Okuldakinin dediği, kardeşin mızırdanmaları, babası ve sandıktakinin arasında kalan kızın incecik kolları iki yana düşüyor. Cılız göğsünde nefesi eksiliyor. Neden sonra, yaşından büyük bir cesaretle karar verip elini sandığa sokuyor. Bulduğunda tereddüt etmiyor. Yalnızca parmaklarının kavuşamaması zorluyor kızı. Sırtını duvara, göğsüne de o şeyi dayıyor.
Sokakta çığlıklar bağırtılar üst üste, küçük kardeş de dışarıda, elindeki hıyarla bir ağıt tutturmuş. Konu komşu evin önünde, her kafadan bir ses çıkıyor. Saçlar en dipten yolunup tırnaklar en derine batırılıyor. “Cankurtaran” diyor birisi. “Arayalım” diyor bir başkası. Geliyor Cankurtaran, altı çıplak çocuk annesinin eteğinin ardından bakıyor sedyedeki kara kuru kıza. Kedi, köpek, kumru, fare yok. Kaybolmuş, sokağı şekilsiz kalabalığa bırakmışlar. Ahlar, vahlar arasında, gitmiş olana beddualar, sunturlu küfürler, kahretsinler. Her dilde, her şivede ayrı bir cık cıklama. Çarşıdakilere de haber uçuruluyor. Süslerinin içinde huzursuz, bir de onlar sövüyor gitmişe.
Açık alnı, bükük boynu ve kızarmış gözleriyle yaklaşıyor doktora babası. Yüzünde endişe dolu gölgeler ve şakaklarında zonklayan bir korku taşıyor. Nasırlı ellerini iş gömleğinin önünde kavuşturmuş, yılgın, üzgün fakat yine de saygılı, “doktor bey” diyor, bu saygılı sesleniş, bir soru kipi olarak yankılanıyor hastanenin koridorunda. Doktor ellerini beyaz önlüğünün ceplerinden çıkartmadan, “Allahtan” diyor, “kuru sıkıymış”, göğsündeki yanığı saymazsak iyileşecek.
Cabir Özyıldız
Muhteşem anlatımıyla hayranlıkla okudum kardeşim emeğine gönlüne sağlık,izin verirseniz isminizle birlikte sitemiz olan konuk yazar adı altında http://yazarsensin.com/ paylaşmak isterim,selamlarımla.