Karasinek tül perdenin üzerinde kıpırdamadan duruyordu. Yakından dikkatlice bakınca ön ayaklarıyla kafasına dokunduğunu gördü ve sineğe sinsice sokuldu. Enine katladığı gazete, sineklik görevi görüyordu. Kolunu kaldırdı. İyice yaklaştı ve bekledi. Sinek de bekledi. Derin bir nefes alsa burnunun ucundan içeri girebilirdi. Burnunun ucundan içeri girdiğini hayal etti, burun deliklerinin duvarlarına çarpa çarpa boğazına indiğini… Bekledi. Sinek de bekledi. Kaçmak ve öldürmek için doğru anı beklediler…
“Kız Zeynep! Ben sana demedim mi sinekleri gasteyle öldürme diye! Tülün haline bak! Kızışık seni.”
Annesinin sesi sineği havalandırmadan az önce Zeynep doğru anı yakalamış, sineğin bir yarısı gazeteye kalan yarısı da tül perdeye kırmızı siyah bir leke olarak yapışmıştı.
Perdenin önündeki divanda, on dört derece miyop gözlükleriyle gazete okuyan dede, bu sesler üzerine ağır hareketlerle gazetesini aşağı doğru indirdi. Başını hafifçe çevirip beyaz sakallarını ince uzun parmaklarıyla sıvazladıktan sonra, bulanık yeşil bir suya dönmüş gözlerinin bıkkın bakışlarını, önce torununun suratına, sonra perdeye ve en sonunda katilin suç aletine yöneltti.
Annesinin fırlattığı terlik Zeynep’in kafasının üstünden uçarken dedenin sinirli sesi de tüldeki diğer sinekleri havalandırdı: “Seni teres seni! O gastelerde benim kuponlarım var, pis musibet çocuk!”
Bu evde yaz günü öğleden sonralarının rutini buydu. Bahçeye bakan pencerenin önündeki divanda oturan dede, gazeteyi burnunun ucuna kadar yaklaştırır, “Bir ömür böyle geçti,” denecek bir zaman boyunca satır satır okurdu. Yataktan kalkar kalkmaz giydiği takım elbise akşam yatana kadar üstünden çıkmaz, buna rağmen ütüsü bozulmazdı. Nasıl ki sabah ilk iş olarak elini yüzünü yıkar insan, dede de güne başlayabilmek için önce kravatını takardı. Otuz yaşında İnhisarlar İdaresi’nde memuriyete başlamıştı. Elli senelik bir alışkanlık değişir mi ha deyince? O kravat sadece yatarken boynundan çıkar, pencerenin koluna asılır, sabah ilk iş yeniden takılarak odadan öyle çıkılırdı.
Annenin her zaman yapacak çok işi vardı. Hiçbir şey bulamazsa konu komşuya dağıtmak için börek yapar ve “Bugün de çok yoruldum,” diye şikâyetleneceği bir şeyi iş edinirdi. Hiçbir zaman Zeynep’e kitap okuyacak, onunla kek yapacak, ona şarkı söyleyecek, birlikte resim yapacak ya da ona örgü öğretecek vakti yoktu. Onun yerine tekrar tekrar silinen halılar, sürekli yıkanan, asılan, kurutulan, ütülenen, kirlenmeden yine yıkanan, asılan, kurutulan, ütülenen çamaşırlar vardı. Ve bu döngüye yetmeyen zaman… Akşamları yorgun argın yatağa serilen bir beden… “Bugün de çok yoruldum!”
Ev tek katlıydı. Bahçeden içeri girmek için kapı yerine pencereyi kullanan Zeynep, gazete okuyan dedenin oturduğu divana mütemadiyen atlar, dede takip ettiği satırı kaybeder “Kapısız köyden gelmiş teres!” der, Zeynep bu lafı duyduğunda şeker kazanmış gibi sevinirdi. Aynı oyunu tokadı yememek için çok uzun sürdürmez ki yemişliği vardı, onun yerine kupon için biriktirilen gazetelerle sinek avlardı. Bazen öldürdüğü onlarca karasineği günlük gazetenin içinde toplar ve pusuya yatmış asker gibi sindiği karşı divanın altında, dedesinin gazeteyi eline almasını sabırla beklerdi. Dede, gazeteyi okumak için yavaşça açar, kucağına ölü sinekler dökülür, bunu görünce tiksinir “Pis musibet teres,” derdi. Oyunun kuralını her sabah Zeynep kendi belirlerdi: “Bugün on defa teres dedirteceğim.”

Cuma akşamları gece on bir suları Macit gelirdi. İş yeri Kartal’daydı. Minibüs, vapur, tramvay ve en son Yenibosna’dan bindiği otobüsü de sayarsak, yolculuğu beş saati bulurdu. Otobüsten indiği kavşaktan köyün içine yürüyerek gelir, elinde içinde bayatlamış yarım ekmek, kullanılmış kumaş mendil ve ne işe yaradığı bilinmeyen evraklar olan plastik bir torba, gömleğinin göğüs cebinde de kimliği, paraları ve kargacık burgacık yazılarla dolu kâğıtlar sıkıştırılmış cüzdanı olurdu. Eve yürüdüğü bu yol yaklaşık bir kilometre ve rampalı bir yoldu. Yolun sağında ve solunda bamya tarlaları ve bunların arasında tek tük evler bulunurdu. Macit’in geçtiği saatte hepsinin ışıkları kapalı olur, gecenin ıssızlığını sadece sokak köpeklerinin uluması ve baykuşların sesi bölerdi. Eğer o gece mehtap varsa ve gökyüzü açıksa, yürüdüğü yol yıldızlarla ışıldar ve eşlik eden bülbüllerle bir o kadar da büyülü bir hal alırdı. Çevrede suni bir aydınlatma olmadığı için kayan yıldızlar sanki Macit’in yürüdüğü toprak yolda önüne düşerdi. Oradan geçen bir şair ya da bir âşık için hatta ruhunda azıcık da olsa gündelik hayatın zorlayıcılığından süzdüğü romantizm olan bir köylü için muhteşem olan bu anlar, Macit’in gözüne görünmezdi. Macit, hayatın güzelliklerine ve zevklerine kapadığı gözlerini, genelde bilim dergileri ve ayrık otları için açardı. Köy meydanındaki okulun önüne vardığında, yattığı yerden doğrulup yolunu kesen köpeğe torbadaki bayat yarım ekmeği atar, her seferinde köpek önüne düşen bu ekmeği koklar, Macit, “Hadi yesene,” diye önüne iter, köpek oralı olmayıp arkasını döndüğünde “Tavuklara veririm, yemezsen yeme!” diyerek geri alırdı.
Macit de babası gibi miyoptu. Rahmetli annesine göre, baba oğul ikisinin de gözleri çok okumaktan bozulmuştu. Karısına göreyse ailenin genetiği bozuktu. Gece vakti eve vardığında babası, karısı ve kızı uykuda olurdu. Kimsenin uyumasına aldırmaz, ışıkları açar, dolapta bulduğu yemeği ısıtmadan yer, tuvalette boğazını temizler, uzun uzun öksürür, çoğu zaman da abonesi olduğu bilim dergisini okurken oturduğu koltukta uyuyakalırdı. Sabah yine herkesten önce uyanır, bunca yolu sadece ayrık otu temizlemek için geldiğine inanan ailesini haklı çıkarırcasına, sabah beşte bu otları temizlemek için bahçeye çıkardı. Ayağında dizlerine kadar siyah lastik bahçe botları, kolsuz beyaz fanilası ve çizgili pijamasıyla toprağa çömelir, ayrık otlarına tek tek dokunur, önce uçlarından koparıp burnuna iyice yaklaştırır sonra kısa ama sık nefeslerle kokularını içine çeker ve dizleri uyuşmaya başlayıncaya kadar toplamaya devam ederdi. El arabasında biriktirdiği ayrık otlarını bu sefer de evin önüne boca eder, uzun uzun ayıkladıktan sonra defalarca yıkar, kaynayan suda on dakika bekletir ve ardından süzerek şişelere doldururdu. Evde yaz günü soğuk su içecek şişe bulunmaz ama her yerden ayrık otu suyuyla dolu şişeler çıkardı.
Bugün çok yoruldum diyen karısına, ayaklarım şişti diyen babasına ve canım meyve suyu istiyor diyen kızına bu suları içirirdi.
Karasinek mutfağa doğru uçtu. Zeynep de peşinden…
“Kuran kursuna başlatacağım seni,” dedi annesi, “bütün gün böyle sinek peşinde köyün delisi gibi koşturuyorsun. Koca kız oldun artık. Yakında aybaşı olacaksın, şu haline bak.”
Zeynep bir an düşündü. Annesi gibi kadın mı olacaktı yoksa? Ona benzeme ihtimali canını sıktı. Kendisini bir an annesi gibi bütün gün mutfakta, kime piştiği belli olmayan yemeklerle uğraşırken hayal etti. Yok, öyle olmayacaktı.
Babasının yanına gitti. Karasinek de peşinden…
Macit bahçedeydi. Uzunca bir süre, yaptığı işten başını kaldırmadı. Bir süre babasını izleyen Zeynep, sonunda bu uzun bekleyişten sıkılarak “Baba ne yapıyorsun, çok sıkıldım,” dedi. “Bunca iş varken sıkılır mı insan? Gel bana yardım et. Domatesleri, fasulyeleri ayrık otu sarmış, eğer temizlemezsek bu yaz bahçe domatesi yiyemeyiz.” Zeynep can sıkıntısından “Tamam,” dedi. Babasının yanına çömeldi. Bir iki ot kopardı ama parmakları kaşınmaya başladı, elleri kızardı. Bunu fırsat bilip kalktı hemen.
Eve döndü, dedesi gazete okuyordu. Yaz bitse, okul açılsa… O sıkıcı dersler bile buradaki sakinlikten iyiydi. Bir abisi ya da bir kardeşi olsa nasıl olurdu, bir an bunu düşündü. Belki annesinin yaptığı yemekler yenirdi ev biraz daha kalabalık olsa. Belki babası otlara daha az vakit ayırır, belki de dedesi elindeki gazeteyi gürültüden okuyamazdı. Yaz bitse, okul açılsa, hayatları biraz değişse…
O sabah, diğer sabahlardan biraz değişik başladı gün. Annesinin mutfakta mırıldandığı şarkıyı duydu ilkin. Annesini şarkı söylerken duymaya pek alışkın değildi. Hoşuna gitti. Yeni demlenen çayın mis gibi kokusu evin her yerini sarmıştı. Her sabah olduğu gibi Macit evde yoktu. Otların yanında olmalı diye düşündü Zeynep. Sofrayı kurmaya yardım etti. Ekmeği kızarttı. Dedesinin odasına şöyle bir göz attı. Kravatı pencerenin kolunda asılı duruyordu. Hâlâ kalkmamış olmasına şaşırdı.
“Zeynep hadi sofraya. Dedene seslen,” dedi annesi mutfaktan. Zeynep dedesinin kapısının önünden geçerken seslendi. Sesine bir yanıt alamadı. Masaya oturdu. Annesi çayı koydu.
“Deden neden hâlâ kalkmadı, tuhaf,” dedi; “git bahçeden babanı çağır.”
Karasinek mutfakta dolanıyordu.
Zeynep yerinden kalkmadı. Babası gelmedi. Annesi bahçeye çıktı. “Macit bıraksana şu ayrık otlarını, babana bir bak, hâlâ kalkmadı.”
Macit kendisine seslenildiğini duydu ama otlardan başını kaldırmadı. Yerinden kalkmadı.
Mutfakta dolanan karasinek peynire kondu. Tam yakalanacakken havalandı. Dedenin odasına doğru uçtu. Zeynep peşinden odaya girdi. Kravat hâlâ pencerede asılıydı. Sinek dedenin yüzüne kondu. Zeynep iyice yaklaştı ve bekledi. Sinek de bekledi. Derin bir nefes alsa burnunun ucundan içeri girebilirdi. Burnunun ucundan içeri girdiğini hayal etti, burun deliklerinin duvarlarına çarpa çarpa boğazına indiğini…
Bekledi. Sinek de bekledi. Kaçmak ve öldürmek için doğru anı beklediler…
Zeynep gazeteyi sineğin tam üstüne, dedesinin yüzüne vurdu. Sinek dedenin ağzının kenarında hareketsiz kaldı.
Sinek öldü. Dede kalkmadı.
Öznur Unat
Görsel: Yiğit Abdullah
Gencligime goturdunuz beni.Bir solukta okudum.Basarilarinizin devamini dilerim.