Aysun Kara’nın “Sessizce Şarkı Söylüyorduk” kitabında yer alan “Hera Kadın Doğum Kliniği” ve “Dünyayı Kurtaran Adam” adlı öyküleri tadımlık olarak sunuyoruz.

HERA KADIN DOĞUM KLİNİĞİ
Kadim devirlermiş, evvel zamanda kalbur samandaymış. Kuzey Ege Krallığı’nda yaşayan Asklepios yaşıtları gibi evlerinin önünde çamurda yuvarlanıyor, çelik çomak oynuyormuş. Onu elinde asasıyla hekimlik tanrısı yapan şey, içinde yuvarlandığı çamuru konu komşuya sıvayıp bel fıtığına, türlü eklem ağrısına deva bulmasıymış. Kötü rüyaları savmak, uykusuzluğa çare bulmak, gönül yorgunluğuna düşenleri yaşama arzusuna kavuşturmak onun için işten bile değilmiş. Kurdeşenden nefes darlığına, tavuk karasından güneş çarpmasına, hıçkırıktan aybaşı sancısına kadar akla gelebilecek her musibeti savmanın yolunu bildiğinden Kuzey Ege’de nam salmış. İşi ölüleri diriltecek kadar abartarak Zeus’un sabrını taşırmış. Olan olmuş, Zeus’un, Asklepios’un üzerine gönderdiği yıldırımların gümbürtüsünden yer yerinden oynamış. Zeytin ağaçları boynunu büküp çamlar iğne yapraklarını tel tel dökmüş. Kuşlar uçamayıp ağaçlara tünemiş, koyun sürüleri telef olmuş. Asklepios iki kaşının arasına isabet eden şimşekle yere yapışmış. Bu felaketten yedi yıl geçmeden Kuzey Ege’de ot bitmemiş. Haliyle çok uzun yıllar ortaya bir şifacı da çıkmamış. Hera Kadın Doğum Kliniği, Zeus’un, hekimlik tanrısı Asklepios’un haddini bilmezliğini cezalandırdığı zamandan epeyce sonra kurulmuş. Kliniğin ilk hastası tanrıçaların en soylusu inek gözlü, ak gerdanlı Hera olmuş. Kendisi ufacık tefecik içi hırsla dolu bir dişicik. Zevci yüce Zeus tanrıların babası, yakışıklı, çapkın Giritli, hikayesini er kişi niyetine okuyun. Çapkın Zeus’un kılıktan kılığa girerek onca kadını sunağına atması bildik hikaye, erkekliğinden. Çapkın tanrıyı, tanrıçaların gözünde, esip gürlemesi, elindeki şimşeği savurabilme kudreti çekici kılıyor. Deniz seviyesinden 2.750 metre yükseklikteki Kaz Dağlarında poyrazın azıtıp göknarların, iğneli çamların arasında ıslık çaldığı bir akşam vakti Zeus soğuktan diken diken tüyleriyle sığınacak kucak arayan bir kuşun donuna bürünmüş. Hera’nın ak gerdanının alev alev olduğu rivayet olunur. Sevişmelerinin gümbürtüsünden yer gök inlemiş. Hera’nın Zeus’tan evlenme sözü aldığı o akşamüzeri gökyüzü kapkara bulutlarla kaplıymış. Gününü, ayını bilmek zor ama güz sonu olmalı. Kör Ozan’a kulak verecek olursak onlarınki mitolojinin kutsal evliliği. Evliliklerinin kutsallığı Zeus’un çapkınlıklarına, Hera’nın kıskançlık krizlerine engel olmamış elbette.
Hera, Zeus’un karısı olmaya olmuş ama hesaplı kitaplı cümle evliliklerdeki gibi iktidarını sağlama almanın yolunun gebe kalıp erkek evlat sahibi olmaktan geçtiğinin de farkındaymış. Tanrılar soyundan, güzel, burnu beş arşın havada Hera bir türlü gebe kalamıyormuş. Yüce Zeus’un canının çektiği dişiyi denizin köpüklerinden, alev gibi soluğundan, bir bakışından gebe bırakabildiği yedi cihanın malumuymuş. Bu yüzden Hera’nın gebe kalamayışında Zeus’a bir kusur yakıştırmak olacak iş değilmiş. Dert Hera’nınmış, haliyle derman bulmak da ona düşmüş. Dünyanın dört bir yanına, yedi kat göğe, denizin yirmi bin fersah altına haber salınmış. Kudret narından koruk suyuna, köknar yaprağından zıkkımın köküne, ziftin pekinden ayva yaprağına akla ziyan çareler aranmışsa da nafileymiş. Zeus’un ayağına tez ulağı Hermes, ümitlerin tükendiği bir yaz akşamında sinir krizi geçirip ağustos böceklerinin kökünü kurutmaya yemin eden kuduruk tanrıçanın huzuruna varıp etek öpmüş. Hera’nın feri kaçmış gözlerine korka korka bakmış, Kaz Dağlarının eteklerinin suya değdiği kasabada yeni açılan kadın doğum kliniğinden söz açmış. Uzmanlığını yeni tamamlayan genç hekimi öve öve bitirememiş. O güne değin tanrıçaya rahmi döl tutsun diye yedirip içirdiği ne varsa hepsini yerin dibine sokmuş. Klinik açılalı üç ay olmasına rağmen Kuzey Ege’de dölsüz kimse kalmadığına yemin etmiş. Kliniğin sahibi hekimin kısırlık tedavisindeki başarıları dillere destanmış. Genç hekim, dişiden aldığı yumurtayı erkeğin spermiyle bir tüpün içinde dölleyerek dişinin rahmine yerleştiriyormuş. Yöntem şimdilik tüp bebek yöntemi diye anılıyormuş. Tıbbi literatüre geçmesi an meselesiymiş.
Hera, ayağına tez ulağı ilk önce gözlerinden alev fışkırarak ama giderek artan bir ilgiyle dinlemiş. Hermes’e, “Her şey iyi güzel de Zeus’u nasıl ikna edeceğimizi düşündün mü?” diye sormuş. Zeus’un, hekimlik tanrısı Asklepios’u yıldırımlarıyla yere sererek cezalandırdığını herkes gibi Hermes de hatırlıyormuş ama modern zamanların başlangıcındayız Yüce Tanrıçam demiş, usul ama kararlı sesiyle. Hera zaman kavramı üzerine hiç akıl yürütmemiş ölümsüz bir tanrıça olmasa Hermes’in söylediğini düşünür taşınırmış ama zaman dediğimiz şey Hera’yı zerrece ilgilendirmiyormuş. Tek derdi Zeus’tan gebe kalmakmış. Bu yüzden Hermes de sabırla tanrıçayı ikna edecek kanatlı sözler savurmuş. İlk önce tıp biliminin de işleyiş açısından tanrılık düzeniyle taşıdığı benzerlikten söz açmış. Tıbbın, her derde çare olabilecek çözümleri olduğu inancındaymış. Ona göre yeryüzünün bütün dertleri bilimsel yöntemlerle çözülebilirmiş. Hermes, tanıların ulağı olmakla birlikte gizliden gizliye de bilimsel yönteme iman etmiş bir pozitivistmiş aslında. Hermes anlattıklarına kendisini öylesine kaptırmış ki bir tanrıçanın karşısında olduğunu unutup ayağını yere vurarak sözlerini tamamlamış. Onu artan bir ilgiyle dinleyen Hera’nın kaşlarını çatmasıyla toparlanıp önünde eğilmiş. Hera sakin ama kararlı bir ifadeyle, kabul demiş emektar ulağa. Gebe kalmamı sağlayacak her ne ise koşulsuz kabul ediyorum. Hermes’in sarımsı gözlerinden anlık bir parıltı geçmiş ve Tanrıça’ya asıl sorundan söz etmenin zamanı geldiğini anlamış. Derin bir soluk alıp önemsiz bir ayrıntıyı dillendirircesine, yüce Zeus’un da sıradan er kişiler gibi kadın doğum kliniğine karısıyla birlikte gelmesi gerektiğini bir çırpıda söyleyivermiş. Ardından da kudretli tanrıçanın bu çetrefilli işin üstesinden gelecek zekaya sahip olduğunu eklemiş. Hera’yı almış bir düşünce. Yeryüzünde sayısız dölü olan kudretli Zeus’u kadın doğum kliniğinin infertilite bölümüne gitmeye ikna etmek yedi deveye hendek atlatmaktan zormuş.
Ama Hera da sıradan bir ölümlü değilmiş, madrabazlıkta Zeus’tan aşağı kalmazmış. Üstüne üstlük yüreğindeki iktidar ateşi 3.000 yıl sonra bile olimpiyat meşalesini tutuşturabilecek kadar harlıymış. Kör Ozan, İlyada’da çok defa “A be şeytan karı!” diye boşuna ünlememiş ardından. Fettan tanrıça, Kör Ozan’dan yardım istemeyi aklına koymuş. Hermes’i de yanına alıp bir buluta binmiş. Kapısı çalındığında Kör Ozan İlyada’nın yedinci bölümünü yazmaktaymış. Truva Savaşı’nın entrikacı başkarakterini geri çevirmemiş. Hera’ya elinden geleni yapacağı güvencesini vermiş. Güneşin Lesvos’un ardına çekildiği saatlerde hep birlikte Zeus’un sunağına varmışlar. Yüce Zeus, Kör Ozan’ı bekletmeden huzura kabul etmiş. Kör Ozan, Zeus’tan Hera’nın gebe kalma meselesini yalnızca kişisel bir kadın kaprisi olarak görmemesini istemiş. Ulu tanrıça, Hepastos adını alacak bebeği doğurmazsa İlyada’nın eksik kalacağını, eksik bir metin yazmaktansa hiç yazmayacağını söylemiş. Daha da ileri giderek İlyada‘yı bitirir bitirmez yazmayı planladığı Odysseia’dan da vazgeçip yazarlığı tümden bırakacağı tehdidini savurmuş saygılı bir biçimde. Nihayetinde Hera’nın gebe kalmasının dünya edebiyatını ilgilendiren bir sorun olduğu gün gibi aşikârmış. Sözlerini bitirdikten sonra uzun bir sessizlik olmuş. Zeus arkası dönük günbatımını izliyormuş. Sunağın taş duvarları kızıla kesmiş. Orta yerdeki değirmen taşının üzerinde şarap testisi öylece duruyormuş, Yüce Zeus aniden dönüp şarap testisini ağzına dikip Kör Ozan’a ikram etmiş. Zeus kliniğe gitmeyi kabul ettiğini sunaktakilere böyle ilan etmiş ama bir de şartı varmış. Tanrıların tanrısı Zeus’un Hera Kadın Doğum Kliniği’ne gittiğini kimseler bilmemeliymiş. Kör Ozan yüce Zeus’un bu ricasını memnuniyetle kabul etmiş. Hatta unutmamak için kulağının arkasındaki martı kanadıyla cebinden eksik etmediği parşömen parçasına not bile almış.
Hera’nın yüreği sevincinden pır pır ediyormuş. Elbisesinin eteklerinde taşıdığı onlarca kelebek durumdan yararlanıp sunağın penceresinden uçup gitmiş de aldırmamış. Yüce Zeus Hera’yı koluna takıp dört kısrağın çektiği, ahşap üzerine kabartmalı bronz levhalarla kaplı arabaya binerek kadın doğum kliniğinin yolunu tutmuş. Kliniğin sahibi tıp biliminin yollarında dirsek çürütmüş genç hekim, Zeus’un kendisine yürü ya kulum diyeceğini onunla ilk karşılaşmasında anlamış, bu yüzden sıradan insanoğulları ve kızları için pek zahmetli olan tüp bebek yapma konusunda Zeus’a ve tanrıça Hera’ya her türlü kolaylığı sağlamış. Muayeneler, tetkikler bir çırpıda halledilmiş. Tanrı oğlu Hepastos sıradan bir embriyo gibi tanrıçanın rahmine yerleştirilmiş.
Hera hamile kalır kalmaz Zeus sunağına, Kör Ozan da gönül rahatlığıyla evine dönmüş, İlyada gözünde tütüyormuş. Hepastos kıymetli bir bebekmiş. Yalnızca tüpte döllendiği, İlyada‘da adı geçtiği, demircilik ve ateş tanrısı olduğu için değil, bundan binlerce yıl sonra çivisi çıkan yerküreyi yok olmaktan kurtarmak için göreve çağrılacağı ve Dünyayı Kurtaran Adam olacağı için de kıymetliymiş.

DÜNYAYI KURTARAN ADAM
Altın bölgesi köylüleri, atık havuzunda piknik yaparak madenin çalışmasını protesto etme girişiminde bulundular. Pazar sabahı saat 4:30’da, Narlıca, Çam Köy, Ovacık, Pınar Köy, Tepe Köy, Yalnız Ev, Aşağı Kırıklar, Süleymanlı, Yeni Kent köylerinden kadın ve çocukların da olduğu yaklaşık 3 bin kişi toplandı. Kalabalık, deneme üretimine başlandığı açıklanan madene doğru harekete geçti. Amaçları madene hiçbir zarar vermeden atık havuzunda piknik yaparak madenin çalışmasını engellemekti. Fakat madene yaklaştıklarında maden çevresinin Foça ve Bergama jandarmaları tarafından koruma altına alındığını gördüler. Jandarma, kalabalığın madene doğru yürüyüşünü engelleyince topluluk, tarlalardan geçerek İzmir-Çanakkale karayolunu trafiğe kapattı. Jandarma güçleri ile topluluk arasında yapılan görüşmelerden sonra karayolunun bir şeridi trafiğe açıldı. Bu sefer de topluluğa, Bergama Belediyesine ait itfaiye aracından tazyikli su sıkılmaya başlandı. Grup bunun üzerine itfaiye aracını taş yağmuruna tuttu. Atılan taşlardan bir itfaiye eri yaralandı. Olaylar üzerine jandarma kalkanlarını kullanarak köylüleri karayolu dışına, tarlalara doğru sürmeye başladı.
Yaşanan gerginlik sırasında iki astsubayla köylülerin tartışması yumruklaşmaya dönüşünce Nedim Darbuka gözaltına alındı. Grup, Nedim Darbuka serbest kalıncaya kadar eyleme devam etme kararı aldı. Topluluğun bu kararlı direnişi karşısında Nedim Darbuka serbest bırakıldı; çoğunluğunu çocukların oluşturduğu bir grup tarafından alkışlar ve sloganlarla karşılandı. Nedim Darbuka’nın önderliğindeki çocuk grubu atık havuzunda uzun eşek oynamalarına izni verilmezse kalabalığın dağılmayacağını söyledi. Kolluk güçleri çocuk grubunun atık havuzunda yirmi dakikalığına uzun eşek oynamasına izin verdi. Oyun sona erdiğinde, Nedim Darbuka eylemin amacına ulaştığını belirterek kalabalıktan olaysız bir şekilde dağılmalarını istedi. Yedi saat süren eylem böylelikle sona erdi.
Üçüncü dersin zili yeni çalmış ki okulun demir kapısı sürterek açılmış. Hayalet Nedim Abim o sırada koridora paspas atıyormuş. Elinde değneğiyle iri kıyım, kır sakalı kıvırcık saçlarına karışmış bir adammış gelen. Nedim Abimin paspasının tam önünde durup kafasını kaldırmış. Görünüşünden yaşını kestirmek mümkün değilmiş. Kırış kırış yüzüne bakınca pekâlâ yüz yaşında olabilirmiş lakin gülümseyince yirmi yirmi beş yaşında bir delikanlıyı andırıyormuş. Yanlara doğru kanat gibi uzayan bir şapka varmış başında. Ulağım ben, demiş, tanrıların ulağı. Hayalet Nedim Abim dilenci ya da kafadan kontağın biri diye düşünmüş önce. Adam Hayalet Nedim Abimi tanıyormuş zahir. Adını, kaç yaşında olup olmadığını, karısını, çoluk çocuğunu sormamış. Sarımsı gözlerini kısarak hadi demiş, hadi davran! Hayalet Nedim Abim biraz değişiktir ama ilk gördüğünün peşine takılıp gidecek kadar da sorumsuz değildir. Himayesine aldığı yavru kedileri beslemek için cumartesi pazar demez topal ayağını sürüye sürüye okula gelir. Aylar sonra geri döndüğünde söylediğine göre, adam büyücü gibi bi’şeymiş. Elinde değneğiyle ansızın karşısında belirince ağzı, dili bağlanmış. Paspası oracıkta, koridorun orta yerinde bırakıp ulağın peşine takılmış. Aklına ne müdür padişahın ortalığı kasıp kavuracağı ne de 5-C sınıfının arkasından günlerce gözyaşı dökeceği gelmiş. Şapkalı ulak sanki gökten zembille inmiş, bizimki de o zembile binip ardına bakmadan sırra kadem basmış. Ulak, bileklerini saran ağaç kabuğu renginde deri sandaletler giyiyormuş, bütün bu toprakların bekçisiymiş. Biz doğmadan çok önceden o buradaymış. Çamlığı, bayırdaki yüzyıllık yemişleri, gavurlardan kalma dut ağaçlarını, zeytinleri tek tek eliyle koymuş gibi tarif ediyormuş. Yabancı olsa, yalan söylese bütün bunları nerden bilecekmiş. Bu siyanürle altın çıkaran deyyuslar yüzünden tekmil ova zehir kusacak, diye yemin billah ediyormuş. İnanması zor olsa da böyleymiş. Nedim Abim anlatsınmış da inanıp inanmamak bizim bileceğimiz işmiş.
Ulak beni bana öyle bi anlattı ki duysan küçük dilini yutarsın, diye sürdürdü konuşmasını Hayalet Nedim Abim. Aylar sonra saçı sakalı birbirine karışmış geldiğinde apışıp kaldık. Okul çıkışında, her zamanki arsada yaban incirinin altına topladı bizi. Bakın şimdi dedi: Ben bir zamanlar topal bir herifmişim. Çingene Bahriye’yle sevdalısı Zekai’yi anam babam bilirdim ya bildiğimin cümlesi yalanmış. Volkanların efendisiymişim aslında. Halbuki gençtim, çarpık bacağım, bet suratım yüzünden insan içine çıkmak zul gelirdi yüreğime. Çirkin suratımın kefaretidir diye ateşin başında demir döverdim. Gece herkesin eve çekildiği saatlerde bomboş sokaklardan yokuşun tepesindeki eve döner, ertesi gün, gün ağarmadan yeniden tezgahın başına koşardım. Yalan değil, çekici kor demire vururken mızrak uçları, kıldan ince kılıçlar, tunçtan savaş baltaları yapmanın hayalini kurardım ama bu ulak bütün bunları nerden biliyor şaşıp kaldım doğrusu. Kaz Dağlarının tepesinde harlı bir kavganın içine doğmuşum. Loğusa anamın tarafını tutmuşum kavgada. Babamın öfkesinden dağ tir tir titremiş. Kudretli babam bacağımdan tuttuğu gibi iki bin beş yüz metre yüksekten fırlatıp atmış beni.
Biz tabii, el kadar bebenin anasının tarafını tutması palavrasına kasıklarımızı tuta tuta güldük. Hayalet Nedim Abi istifini bile bozmadı, duymazdan geldi gülmelerimizi. Zaten hikayenin bu kısmı şüpheliymiş, kimileri babasının yeni doğmuş bebeği dağın tepesinden fırlattığına yemin billah etse de kimileri de bet suratlı bebeği gören anasının daha göbek bağı kesilmeden bebekten kurtulmanın yolunu aradığını söylemekteymiş. Bütün bu söylentiler Hayalet Nedim Abimin el kadar bebeyken sokağa atıldığı gerçeğini değiştirmiyormuş. Hem bütün kasaba bilmiyor muymuş ki Hayalet Nedim Abim akşam vakti sokaktan geçen Çingene Bahriye’nin önüne düşmüş de sol ayağı ters dönmüş, o yüzden topal kalmış. Bunu bilmeyen var mıymış, ha var mıymış? Sus pus olduk haliyle, başımızı öne eğdik. Herkesin bildiği, Bahriye’nin Hayalet Nedim’i sırtına atıp tepedeki mahallesinde kendi çocuğu gibi büyüttüğüymüş. İtirazı olan var mıymış? Yoktu.
Hayalet Nedim Abim yıllarca demirci ustası Ferat’ın yanında çıraklık etmemiş mi? Etmiş. İzbe dükkanda, ateşin başında gün görmeden yıllarca ter dökmemiş mi? Dökmüş. Demirci Ferat, bu bet oğlan doğuştan demirci sanki dememiş mi? Demiş. İşte ulak bütün bunları harfi harfine biliyormuş. Hatta Hayalet Nedim Abimin herkesten gizli kömürlükte geceleri klarnet çaldığından, yavru kedileri biberonla beslediğinden bile haberdarmış. O kadar olur yani, yuh dedik. E şimdi her şeyi bu kadar bilen adam yabancı olur muymuş? Olmaz tabii. Bu yüzden Hayalet Nedim Abim de sormadan etmeden ulağın zembiline binip gitmiş. Dünyanın bütün volkanlarını üç ay gezmişler birlikte. Ateş denizlerinden geçmişler. Hayalet Nedim Abim demircilerin padişahıymış meğer. Dünyanın çivisini yerine koymak görevi onunmuş. Aylardır yerin yedi kat altındaki volkanlarda çekiç sallamış, cehennem ateşinin karşısında günler geceler geçirmiş. Tunç, pirinç, nikel, kalay, bakır, bronz, altın, gümüş ne varsa önüne seriliymiş. Hepsini katıştırıp dev bir çivi dökmüş. Ateşte eğip büktüğü çiviyi yeraltı sularıyla çeliklemiş. Sağlamlığını yerin yedi kat altında denemiş.
Aramızda kalsın dedi; yarın önemli günmüş, dünyanın çivisini tam da çıktığı yere yeniden yerleştirecekmiş kimseler görmeden. “Atık havuzunda pikniğe var mısın 5-C!?” dedi. Anlattıklarından sonra 5-C’den yedi sekiz çocuk kalmıştık ama “varız!” dedik hep bir ağızdan. Dikenli telle çevrili maden arazisinin çevresinde köpekler, silahlı külahlı zebella gibi adamlar beklermiş. Bilmez miydik! Ulakla birlikte zembille maden sahasının orta yerine inmiş Hayalet Nedim Abim. Havada zehir kokusu varmış. Zeytinler kökünden sökülüp devrilmiş, yatıyormuş. Yaban incirleri, çamlar işaretlenmiş, sıralarını bekliyormuş. Toprağın bağrını deşmiş sondaj makinaları. Ulak, bu zırtapozlar sonunda dünyanın çivisini de çıkardı canına yandıklarım! diye söyleniyormuş. Kurumuş, çatlamış toprağı ovalamış avcunda. Bak, demiş Hayalet Nedim Abime, bak, tekmil ova kuruyacak, zehir kusacak. Değneğini atık havuzunun ortasına saplayıp dünyanın çivisini çakacağın yer tam burası demiş.
İşte Hayalet Nedim Abim de çuvallara sarıp sarmalayıp geceden karayemişin altına sakladığı dev çiviyi fırsat bu fırsattır deyip o kargaşada dünyanın merkezine indirecekmiş. Bizim de yardımımızla elbette.
Ertesi sabah bir şenlik ki görülmüş değil böylesi. Gün doğmadan kalktık. Büyükler kesinleşmiş mahkeme kararını fotokopiyle çoğaltıp boyunlarına astılar. Türkülerle, davul zurnayla çıktık yola. Kartonlarda acemice yazılmış bağırtı çağırtı. Hançeremiz yırtılırcasına bağırıyorduk.
“Biz toprağı bilirik!”
“Fıstık çamlarımız, zeytinlerimiz gözaltında!”
“Siyanüre hayır!”
“Çok uluslu komploya hayır!”
“Biz köylüler, eşekler ve topal köpeklerle birliğiz!”
O gün çok yorulduk ama değdi, Hayalet’in geceden çiviyi sakladığı karayemişi elimizle koymuş gibi bulduk. Ulağın değneğiyle işaretlediği yere milim kaydırmadan çaktık. İşimiz bittiğinde alkışlar, davullar, zurnalarla çıktık madenin kapısından. Ne olduğunu anlamadan kendimizi omuzlar üzerinde bulduk. Hayalet Nedim Abimin dünyayı kurtaran adam olduğunu yalnızca biz çocuklar biliyorduk ama jandarmaya, silahlı adamlara karşı durduğu için protestocu köylülerin de takdirini kazanmıştı. Bu yüzden hemen oracıkta bir taşın üzerine çıkardılar onu. “Yaşa, var ol Hayalet!” bağırışları arasında ekmek, papatya ve zeytin dalı ödülünü Hayalet Nedim Abime verdiler.