Atakan Boran

Bu şehri sevmemin nedeni şehrin kendisi değildir. Şehirdekiler mi diyecek olursanız onlar hiç değildir. Yaşanmışlıklar mı? Hayır. Doğası diyecek olursanız, ne arar, betonun gölgesi bile betona düşer bu şehirde. Hem curcunayı, cümbüşü, yılmışları, bezginleri, ipsiz sapsızları, avareleri görmeye tutkulu olduğum söylenemez. Şehrin fildişi kulelerinde yer kapmışlara öykündüğü için onlara boyun eğen sallabaşlardan hiç olmadım. Ete kemiğe bürünmüş, tüm şehri adım adım gezen kötülüğe de yenik düşmedim. Aklını, ruhunu kötülüğe satmış olanlara, içten pazarlıklılara, kötülük etmekten haz duyanlara… Hayır, bunları kanıksamamıştım, onlardan farklı olmak için değil, farklı olduğum için onların karşısındaydım. Ancak belki de bu, kendimi avutmak için, içten içe kabul edemediğim gerçeği inkâr etme niyetiyle söylediklerimdi. Belki sahiden kalıplarına girdim o kötü ruhlu insanların. Diğerlerine benzediğimin ayırdına vardığım için de gidemiyorum bir başka yere. Belki bu yüzden, kapıldığım hülyalar hep burada, ayaklarımı bastığım bir avuç toprak üzerinde, bu şehirde. Verdiğim savaşlar hep yel değirmenlerine karşı. Belki de bu yüzden iyi ve kötüye ilişkin değer yargılarım gitgide bulanıklaştı. Hangisi iyiydi, hangisi kötü, hangisine karşı kılıç sallamalıydım? Şehir sorumluydu bundan. Suç işleyenlere cezasını vermeyen şehir… Her seferinde yeniden tanımlanan ve kişisine göre yeniden biçimlenen yasa… İşte bu şehir böyleydi ama onu sevmekten de kendimi alıkoyamıyordum.

“Bu şehir de iyice zıvanadan çıktı,” dedi Nesim kapıyı açtığımda. Öfkesi gözlerinden okunuyordu. Eskimiş, yırtık pırtık kıyafetleriyle içeri daldı. Nesim şehrin münzevilerindendi. Babadan kalma evinde kıt kanaat yaşardı. Tahsilli olmasına tahsilliydi ama o kendine farklı bir yol çizmişti. “İnsanlar çöplere işe yarar o kadar şey atıyor ki, çalışmama ne gerek var, ” diyordu. Karnı tok sırtı pek olsun, hayattan daha fazla beklentisi yoktu. Ayda yılda bir benimle yarenlik ederdi. Şahit olduklarını anlatırdı. Anlatmaya meraklı değilse de benimle iki lafın belini kırmasa gördüklerine katlanamazdı. Ben şehre uzaktan tanıklık ediyordum, o bizzat içindeydi. Sık sık “Çöp deyip geçme,” derdi gizli bir gururla “Çöpe neyin, nasıl bir biçimde atıldığı insanoğlu hakkında çok şey anlatır.”

Soluklanıp sakinleşmesini isteyecekken kucağındaki battaniyenin altından esmer, tüylü bir yüz bana baktı. Nesim kükredi, “Al işte sana zıvana,” dedi, “Çöpe atmışlar garibimi.” Şaşırmış olmasına şaşırmıştım fakat bu yoz şehirden bunu bile beklerdim. Bir masumu çöpe bırakmak… “Süt var mı dolapta” dedi, “Kim bilir kaç saattir aç, bak sesi bile çıkmıyor bitkinlikten.” Anne sütünün yerini tutmazdı ama aç kalmasına da müsaade edemezdik. Bebeğe sütü içmesi için biberon gerekti, biz biberon olmadan çay kaşığıyla hallettik bu işi. Büyük, kahverengi gözleriyle bize sanki şükranla bakıyordu. Daha başını bile sabit tutamayacak kadar acizdi.

Nesim, tüm bu kötülüğün sorumlusu benmişim gibi bu şehri sevdiğim için bana ateş püskürüyordu. “Nasıl olur da böyle söylersin, aklım almıyor,” diyordu. Oysa her şeyin bal gibi farkındaydı. Bu şehri sevmediğini söylüyordu ancak o da buradan gidemiyordu. Onu bu şehre bağlayan baba yadigârı evi kiraya verip pekâlâ farklı bir şehre, en azından adalet terazisinin dengede olduğu bir şehre gidebilirdi. Ben nasıl bağlıysam o da en az benim kadar buraya bağlıydı. “Ben unumu eledim, eleğimi astım, bu saatten sonra gideceğim yer tahtalıköydür ama sen…” diyordu. Devamını getirmesini beklesem de getirmiyordu. Çünkü Nesim taşı gediğine koymak üzereyken susardı. Söylemek istediğini karşı taraf anlasın, tamamlasın isterdi. Aslında anlamıştım, anlamazdan gelmeyi yeğliyordum. “Nesim” dedim, “Şayet sen olmasan ben olmasam şu ağzı süt kokan bebeğin hali ne olurdu hiç düşündün mü?” Nesim heyheylendi, “Sen kendini ne sanıyorsun, kötülük savaşçısı mı, süper kahraman mı? Ben yalnız kendimi düşünüyorum, kendim için yaşıyorum. Bayılıyorsun işleri duygusallaştırmaya, az sonra şu bebeği başımdan savmak için bir yerleri arayacağım. Onu çöpten aldıysam, içimde kalmış birkaç damla insanlıktan.” dedi.

Haklıydı, ben de özünde kendimi düşünmekten öteye gidemiyordum. Sözgelimi şu bebeği bakıp büyütebilirdim, ona iyi bir yaşam sunabilirdim. Ne kimsenin ruhu duyar ne de umurunda olurdu. Ancak bu sorumluluğu almazdım. Bir yetimhanede canhıraş feryatlarla da büyüse, ben o sesleri duymayacağım için kendime dert edinmezdim. Çünkü ben vicdanımı baskılamayı, diğerlerini düşünürmüş gibi yapıp aslında kendimi düşünmeyi çok iyi becerirdim. Nesim, bunun farkındaydı. O da biliyordu ki, kötülük hiçbir zaman saf değildi. Bu şehrin kötülüğü de saf değildi. İyi duygularla karışmıştı. Hem doğrudan da sergilenmiyordu, öylesine üstü örtülüydü ki, kötülük edenin kendisi bile çoğu zaman yaptığının farkında olmuyordu. Zihinler de oldukça parlaktı. Burada insanların yapıp ettiklerini meşrulaştırmakta üstlerine yoktu. Üstelik bu, diğerlerine karşı göstermelik değildi. Kötülük eden kişi, yaptığını kendisi için haklı gerekçelerle kabul edilebilir kılıyordu. Birisi ya da birileri, şehrin masumlarından birisini çöpe atmışsa muhakkak bunun için geçerli sebepleri olmalıydı. Burada işler hep sarpa sarar, zıtlıklar birbiriyle savaş verirdi. İyi ve kötü, doğru ve yanlış, güzel ve çirkin…

Nesim bebeği kanepenin üzerine yatırmıştı. Bebek hâlen gıkını bile çıkarmıyordu. Nesim, “Bahtsız, garibim gözünü bu şehirde açmış. Bu şehirde büyüyecek. Kötülükten nasiplenecek. Belki de azılı bir suçlu olacak. İnsanları katledecek, eziyet edecek.” dedi. Bir süre düşündükten sonra ben de bir şeyler söylemek istedim: “ Belki de dediğin gibi şu ufaklık büyüyüp insanlara kök söktürecek. Ona bu kötülüğü en az şehir kadar biz de yapmış olacağız. Aksi mümkün mü dersen mümkün derim pekâlâ. Bir ihtimal bu kara kuru bebek büyüyüp şehrin adalet timsali olabilir. İşte bunu belirleyecek olan biz miyiz, şehir mi, yoksa kendisi mi?”

Nesim oralı olmadı, söylediklerimi umursamamıştı. Sehpanın üzerinde duran ev telefonunun başına gitti. Birkaç yerle görüştü. Konuşulanları işitmemek için bir hayli çabaladım, nafileydi. En sonunda “Gelecekler” dedi.

Geldiler. Bebeği aldılar. Nesim, ifade vermek için karakola gitti. Tek kaldım. Pencereden sokağa baktım. Bir adam bağıra çağıra bir kadını kovalıyordu. Sanki sesi de engelleyebilirmiş gibi kalın, siyah perdemi çektim. Şehri pencerenin ötesinde bırakıp koltuğuma kuruldum. Bağırışları duymamak için bu şehri çok seviyorum diye tekrarlamaya başladım. Aklı kıt bir papağan gibi… Defalarca tekrarladım.

Atakan Boran