Dünya’nın oluşumundan itibaren (50 Milyon yıl hata payıyla):

4 milyar 540 milyon 874 bin 672. yıl, 347. Gün:

YARATMA EYLEMİ VE HIZ

Yazmak aynı resim yapmak gibi hıza bağlı bir yaratma şekli. Yazarken belli bir hız tutturursunuz ve bilinçle bilinçaltının sınırında, duyguyla aklın, bilgiyle sezginin buluşma noktalarında dolaşarak yazarsınız. Yavaşlık bunları sağlamaz. Yazarken yüzde yüz bilinçle tarih ve politika üzerine yazılabilir belki ama, kurmaca türleri, öykü, roman, hele hele şiir yazılamaz. Hız, istemli ya da istemsiz bir çağrışımı gerçekleştirir; sanki vakum yaratarak zihinden düşünce çeker. Hızlı yazma çağrışımı artırır, yavaşlık ise durdurur. Bu tür bir çalışma şekli, bir çeşit doğaçlama sayılmalıdır ve iç diyalog gibi bir yaratma yöntemi olmaktan çok, yaratmanın doğasına uyan bir tempo sağlar.

Eskiden bazı yazarlar, yazarken hızlarını kaybetmemek için çeşitli yöntemler kullanırlardı. Alejandro Zambra, Serbest Kürsü adlı kitabında bundan söz eder (s.22-23). Örneğin, daktiloyla yazarken sayfa değiştirmenin ilhamı bölücü ve yavaşlatıcı etkisini yenmek için rulo kağıda yazan bir yazarı hatırlatır. Yazara göre, el yazısıyla daha hızlı yazacağını düşünen yazarlar ise daktiloyu yazılanı temize çekmede kullanırdı. Ya da tam tersi, elle düzenli yazmaya çaba harcarken hızdan kaybetmeyi göze alamayıp, hızlı daktilo yazmayı öğrenenler de vardı. Bütün bu arayışlar, yazarların yazdıkları metnin hızlı yazılmasının gereğine inandıkları içindir.

Yazma sürecindeki hızlılığın yaratabileceği olumsuzluklar sonradan dikkatle ele alınıp düzeltilmelidir. Filmcilikte bir söz vardır: “Film kurgu odasında yapılır” denir. Yazarın işi de yazdıktan sonra daha zordur: Metindeki fazlalıkları çıkarmak, eksikleri tamamlamak, bütünlüğü gözetmek, dilin zamanlarını birbirine uydurmak, tekrarları düzeltmek, izleğin dayattığı üslubu (biçem) hissetmek ve belirginleştirmek, aynı anlamı veren ve metne daha uygun düşecek sözcükleri bulmak, geleneksel söyleyişe yerine göre hem sadık kalmak, hem de onu özgünlük amacıyla yenileme fırsatlarından yararlanmak bunlardan bazılarıdır. En kötüsü mantık hatasıdır; anlatıdaki birbirini yadsıyan sözler ve durumlardır. Büyüyü bozan cümle ve sözcükler acımadan metinden çıkarılmalıdır. Kurgusal amaç dışında oradan oraya, konudan konuya savrulmayı öykü hiç kaldırmaz. Şiirde ve bazı romanlarda gördüğümüzde yadırgamıyoruz. Yapıt postmodernse hiç yadırgamıyoruz.

Bazen hızla yazılıp bitirilen bir öykü ya da şiir yeniden okunduğunda değil bir sözcüğü yerinden oynatmak, yazının bir virgülüne dahi dokunmak istenmez. O, ilk haliyle, tasarlanan mükemmelliğe ulaşmıştır. Yazılanın yeniden değerlendirilmesinde sezginin rolü gene ön plandadır. En önemlisi de sanatta ve edebiyatta -söz konusu hangi tür olursa olsun- nerede duracağını bilmektir. Bu eğitim veya deneyimle öğrenilebilen bir şeydir. Bir an gelir artık yazılana ve yapılana el sürülmek istenmez. ‘Bitti’ sihirli bir kelimedir: Ne fazla bir cümle, ne yeni bir dize, ne de bir çizgi veya renk. İyi yazar veya sanatçı olmak, eldeki çalışmanın ne zaman bitmesi gerektiğini sezmekten geçer (diyerek bitiriyorum).

352. Gün:

TENİS RAKETİ 

Avustralya’da ilk yıllarımızdı. O sırada, altı evden oluşan küçük sitemizin yönetimi, girişe yakın olan evde tek başına yaşayan otuz yaşlarında görünen, topluca, yuvarlak yüzlü, kendi halinde bir adamdaydı. Bir gün, posta kutularımıza bıraktığı bir notla olağan toplantıya çağrıldık. Verilen saatten on beş dakika önce gidip kapısını çaldım. İlk gelen ben olmalıydım. Beni karşıladıktan sonra, diğerleri için kapıyı aralık bıraktı ve mutfağa girdi. Kendisine kahve yapmakta olduğunu, benim de isteyip istemediğimi sordu. İstediğimi söyledim. Tam oturmuştum ki, bir komşumuz daha geldi. Kahve ister miydi? O da istedi. Biraz sonra, kahvelerimizi tezgahın üzerinden aldık ve oturduk. Bir komşumuzun evi kiradaydı ve gelemiyordu. Beş kişi olacaktık. Biz kahvelerimizi içerken diğer iki komşumuz birlikte geldiler. Ev sahibi, onlara oturduğu yerden kalkmadan yer gösterdi. Ve hemen toplantıya başladık.

Toplantı boyunca, biz üçümüz kahvelerimizi höpürdeterek içerken son gelen iki komşu bizi seyretti. Onlara kahve teklif edilmedi. Ev sahibi ancak kendi kahvesini hazırlarken lütfedip başkalarına da kahve yapabilirdi. Ama, kahvesini eline alıp oturunca rahatını bozamazdı. Komşularım için doğal olan bu davranış beni sersemletmeye yetti. Kültür farkı denilen şey bu olmalıydı.

(Başka bir kültür içinde yaşamak, kendi kültürümüzü terk etmeyi düşünmeyeceğimiz gibi, yabancı bir kültürü benimsemeyeceğimizi de bilmektir. Uyuşmaz şeyler vardır ve bağdaşabilir şeyler de vardır, fakat kültür demek dil demek, tarih demek, coğrafya demektir. Dahası, düşünce biçimi demektir. Kültür, bir uzlaşmaya konu olamaz.)

Birörnek olan evlerimizin alt katları kapalı garajdı. Bir gün, kahvesini içme onuruna erdiğim genç adamı karşıdan ilk kez bizim eve doğru gelirken gördüm. Merak edip ben de çıktım. Garaj kapımızın önünde karşıladım. Elinde güzel bir tenis raketi tutuyordu. Raketi sanki ödünç almış da geri veriyormuş gibi sakince bana uzattı ve “Bunu bir daha kullanacağımı sanmıyorum, oğlunuza verirsiniz” dedi. Raketi elime tutuşturarak döndü gitti.

Bir hafta geçmiş ya da geçmemişti ki, küçük sitemize bir polis arabası girdi ve genç adamın evinin önünde durdu; kimseyi eve yaklaştırmadan bir süre orada kaldılar ve sonra gittiler. Ev bir kaç gün kapalı kaldı. Sonra, biri kadın iki kişinin eve girip çıktığını gördük. Öğrendiğimize göre, kadın genç adamın ablasıydı. Kardeşinden bir süre haber alamamış ve polisi aramıştı. Gelen polisler, komşumuzu garajında arabasının içinde ölü bulmuştu: Egzoz dumanıyla intihar etmişti.

Bu olaydan sonra, ne zaman birisinin kendisi için değerli saydığı eşyalarını anlamsızca ona buna dağıttığını görsem hayra yormam. Her an ölümü bekleyen yaşlıların da benzer davranışlarına tanık olduğumuza göre, can ile mal arasında gerçekten de bir yonga ilişkisi olmalı — Can tende olduğu sürece.

357. Gün:

PİYANİST

Sağlam bir müzik öğreniminden sonra piyanist olarak iş aramaya başladı. Önce Londra’daki barlarda çaldı. Zamanla bara yalnızca onu dinlemek için gelenler oldu. Müzik pratiği arttıkça çevresi büyüdü ve tanındı. Her sınıftan insan dinleyicisiydi. İş çıkışı günün yorgunluğunu atmaya gelenler çoğunluktaydı; beyaz yakalılar, mavi yakalılar, yakasızlar, yakadan tutanlar, laf atanlar. Biraz daha nazik bir ortamda çalmanın yolunu aradı. 

Piyanist arayanların iş ilanlarına göz gezdirmeye başladı. Bir-iki ilan dikkatini çekti. İlkinde, adını vermeyen birisi, o çalışır ve yazarken bir piyanistin kendisi için çalmasını istiyordu. Ünlü bir yazar olmalıydı. Ek notta, evinde bir piyanosu olduğu bilgisi de vardı. Sezgileri onu ikinci ilana yöneltti. Böylece, o andan itibaren on yıl sürecek olan işine başlamış oldu. Bu on yıl boyunca ayağı nadiren karaya ayak bastı. Londra ile New York arasında sefer yapan bir yolcu gemisinde çalıyordu. Limandan ayrılırken geminin düdüğü ona ilk notayı veriyordu. Bu, kaptanla aralarındaki küçük bir sırdı. 

363. Gün:

Sığınıp da savaşı sürdürebileceğimiz son kale kaldı: İnatçı gururumuz. Eski sert rüzgarları anısında saklayan gönderdeki eprimiş, solmuş, pırpırlamaktan yorulmuş kibir bayrağımız, şimdi cılız bir esintiye razı.