Sevgili İmren,

Mektubuna ancak yanıt verebiliyorum. Aslında çok meşgul bir adam sayılmam ben, dolayısıyla bu gecikme için sığınacak öyle aman aman bir mazeretim yok. Ne var ki, oturup bir yazıya başlama düşüncesi beni her zaman ürkütmüştür – bunu belki başka bir mektupta konuşuruz. Üstelik, dostlarım bilirler, bu mevsimde biraz tembellik de gelir üstüme. Onların yanında bunu kabule pek yanaşmam, fakat uzaklardaki genç arkadaşıma neden itiraf etmeyeyim? Şimdi oturdum, verdiğim sözü tutuyorum: Sana ilk mektubumu yazıyorum.

Sevgili kızım, belki duymuşsundur, Ömer Seyfettin Osmanlıca için ‘Enderun argosu’ der. Bu -biraz da aşağılayıcı- adlandırmayı Yeni Lisan hareketinin dayanak noktası saymak gerekir. Gerçekten de üç dilden çatma özellikleriyle Osmanlıca sadece eski değil aynı zamanda karma ve yapay bir dildir. Tarihin belli bir döneminde ortaya çıkmış ve sınırlı bir kesime hitap eden, konuşulan dille alakası olmayan suni bir dil. Argo mu değil mi bilmem, ama Yunus’u, Karacaoğlan’ı kolayca anlayan Anadolu insanı bu lisana yabancıdır. Ömer Seyfettin, Osmanlıca için ‘saray edebiyatı’, giderek ‘salon edebiyatı’ gibi deyimler kullanır. Şiir ayrı bir konu ama sanırım dildeki bu ikilik topraklarımızda düşünce yazısının neden kök salamadığını da bir ölçüde açıklar.

Kelimeler tamam; sonuçta, her dil başka dillerden pek çok sözcük alır. Sen benden daha iyi bilirsin; İngilizcede Almancadan, Dancadan gelme pek çok sözcük vardır. Burada Ziya Gökalp’ın formülünü devreye sokmak gayet mantıklıdır: Türkçeleşmiş, Türkçedir. Ama işte Osmanlıca bundan ibaret değildir, Arapça ve Farsçadan terkipler, çoğul ekleri, gramer kuralları da almış olması onu bir karmaşaya dönüştürmüştür. Ömer Seyfettin Yeni Lisan’ı konu edindiği seri yazılarında bunları detaylarıyla işler; o, tabii ve sade dilin peşindedir. Ben burada ayrıntıya girmeyeyim, vaktin olunca bir bakmanı öneririm. Enderun edebiyatına karşı öfke doludur Seyfettin, onu milliyetsiz, kavmiyetsiz, çanak yalayıcı, dalkavuk gibi sıfatlarla suçlar. Bu öfke, bence araya giren mesafeye, kaybolan yıllaradır. Çok makalesi var bu konuda, okuyunca sen de o öfkeyi net bir şekilde hissedeceksin. Ömer Seyfettin sanki burada, başımıza ne geldiyse bundan geldi, der gibidir.

Cemil Meriç

Sen diyorsun ki, “Bugün tarih okuyor muyuz? Osmanlıca neden öğretilmiyor? Cumhuriyet bunu kasıtlı mı yapıyor?” Bu sorularının yanıtını rejimin şu veya bu olmasından ziyade bizim genel akademik tembelliğimiz içinde aramak gerekir. Cemil Meriç birkaç kitap ismi verir, bu kitaplar ihmal edilmiş, değerli eserlerdir ona göre. Şöyle sorar: Peki 1928’e kadar niye kimse ilgilenmedi bu kitaplarla? Bu, kültür tarihimizdeki pek çok mevzu için cuk oturan bir sorudur. Tabii Cemil Meriç bu şekilde ifade etmez ama ben şimdi genç bir arkadaşıma yazdığım için biraz da güncel dile aktarıp şöyle yorumlamak isterim onun sözlerini: Harf devrimi bahane, tembellik şahane!

Bunun dışında, sevgili İmren, şiirlerinde Asım’ı eğitim alması için Batı’ya gönderen Mehmet Akif’i de mi ‘Batı’yı seven bir grup’ içinde göreceğiz? Safahat’ta Asım’a ve diğer gençlere “Giden üç yüzyıllık ilmi sık elden edinin,” diyen Akif; alfabe, eğitim dili, bilimsel metotlar, düşünce hürriyeti gibi konularda Avrupa ile ihtiyaç duyulan entegrasyonun elbette farkındaydı. Bu çağrıya uyup da, diyelim o dönemin Almanya’sına gitmek isteyenler orada bulacakları tartışma ortamına, felsefi canlılığa nasıl hazırlanacaklardı?

Bu arada, kültürlü bir Osmanlı aydınının üç yüz yıllık ilmin sık elden, öyle şak diye edinilebileceğini düşünmesi ve bunu o günün genç nesillerine önermesi pek düşündürücüdür – belki bunu da başka bir mektupta konuşuruz.

Cumhuriyet’in tutumu elbette kasıtlıdır. O konuda haklısın. Ama bunun için kimi suçlamalı? Cumhuriyet’in kadroları, tüm yenilgilerin, yüzyıllara yayılan çöküşün sebebini Batı’dan teknik ve fikri anlamda geri kalmamıza bağlayan ilk kuşak değildir; bu çizgi III. Selim’e kadar gider. Sonraları, on yıllara yayılan Osmanlı ordusunun modernizasyonu Alman subayların verdiği eğitimlerle, Alman ekipmanlarının askeriyeye girmesi ile olur. ‘Batı’yı seven grup’ sözünü biraz duygusal bir tepkinin sonucu olarak görürüm, gerçekleri pek yansıtmaz. Bu konulara biraz daha teknik bakmak lazımdır. Tanpınar Sahnenin Dışındakiler romanında kahramanına, artık his ile terbiyeyi bırakmak gerek, gibi bir şey söyletir.

Ayrıca, düşünsel açıdan Batı kuşkusuz zengin bir kaynaktır. Örnekler arasından üç örnek: David Hume, İnsanın Anlama Yetisi Üzerine Bir Soruşturma’yı 1740’larda yazmıştır. Montesquieu’nun Kanunların Ruhu da aynı dönemde basılmıştır. Osmanlı’da o dönemde -ve sonrasında- bu konularda pek konuşulmamıştır, ne de bu içerik ve hacimde eserler verilmiştir. Thomas Paine‘in Sağduyu’su ülkeyi (Amerika’yı) baştan aşağı kat etmiş; monarşi, özgürlük, ahlak ve demokrasi anlayışı gibi konularda sokaktaki insanı aydınlatmıştır. Sokaktaki insanı, evet, çünkü orada dilde ikilik yoktur, konuşulan dil kâğıda dökülenle aynıdır. Sene 1776! Hatta Sağduyu için ilk best-seller derler. Bu gibi örnekler bize Batı’daki fikri canlılık ortamına dair fikir verir. Genel oy hakkı, iktidarın niteliği, gücün denetimi gibi konular oralarda çok erken tarihlerde tartışma dolaşımına girmiştir. Bir düşünce ve felsefe gücü donanımı yaratmak için buralara bakmak şarttı. Çünkü Meriç’in dediği gibi bizim topraklarımızda düşünce kuduz köpek gibi kovalanır. Cumhuriyet, kafasını Osmanlıca kaynaklara çevirseydi orada ne görecekti?

Tabii hiçbir şey yoktu demiyorum, sevgili İmren, yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey varsa, o da bu tip konularda toptan kıyıcı bir tutum takınmamak gerektiğidir. Şehbenderzade’nin romanı, Tunuslu Hayrettin Paşa’nın rehberi gibi değerli çabalar elbette mevcuttur. Ama bunlar daha geç tarihlidir. Hem benim kastım kapsam ve içerik üzerinedir. Bahsettiğim bahçe daha geniş bir bahçedir. İçinde bin bir türlü ağaç yetişir. Çocuk kütüphanesi kurma, zorunlu eğitim, özel mülkiyet, servet hukuku, milletlerin zenginliği, zihnimizin yoksunlukları, mutlakıyetin kısıtlanması gibi birbirinden farklı konularda eserleri olan, yolları her adımda yeniden çatallanan geniş bir bahçe.

Biraz başını ağrıttım. Belki sorduğundan fazlasını da söyledim. Seni bilmem ama bana iyi geldi; düşünce tembelliğini bir nebze olsun üstümden atmış oldum. Yıllar var ki bu ülke üzerine düşünme işinden vazgeçmiştim. Umudum kalmadığından mı? Yok, hayır. Sebebini ben de bilmiyorum. Bu mektubu biraz da o mazideki kendime, saf ve düşünceli genç adama göndermiş gibi hissediyorum.

Gözlerinden öperim. Unutma, sevgili İmren, sen de bir genç kalemsin! Dilerim merak duygunu hiç yitirmezsin. Bizde asıl eksik olan odur.

Mesut Barış Övün