Edebiyat ortamımız, ülkemizin hali pür melalinden farklı değil. Yani, kaos hakim. Çok fazla kitap yayımlanıyor, eleştiri yok denecek kadar az vesaire. Bunlar hepimizin bildiği şeyler. Ve fakat ne şekilde, nasıl olursa olsun ilk kitabın heyecanı da ayrı. Kağıt oyunu oynayanlar bilir, ilk elin günahı olmaz. İlk kitaplar da, tıpkı sonrakiler gibi, kusurlarıyla güzeldir. Kendimize ait, bize kendi yolumuzu açacak güzel yanlışlarımız olmazsa ne anlamı var yazmanın?

Bu ve benzeri düşüncelerden hareketle ilk kitaplarını çıkarmış yazarlarla söyleşi yapma fikri gelişti. İlk kitabını çıkarmış her yazara sorulabilecek ortak sorular belirlemeye çalıştık. Samimiyetle sorulan sorulara verilecek sahici cevaplar, belki, ortak dertlerimizi anlamaya, birlikte düşünmeye vesile olur. Hiçbir şey olmasa bile, bir yazar dostumuzun ilk göz ağrısının heyecanını paylaşmış oluruz.

Kitapsız bir hevesli olmaktan kitaplı bir yazar olmaya giden süreç nasıl gelişti?

Tuhaf gelebilir ama şöyle bir giriş yapayım. Ben, kitaplı bir yazar olduğumu bazen “hatırlıyorum.” Tersi de mümkün, kitaplı bir yazar olduğumu hep “unutuyorum.” Kitap, yazma yolculuğunun önemli bir yerinde, duraklarımızdır yalnızca. Ama durmak değil, yolu yürümek gerekir.

Kendimi bildim bileli, içimde bir nehir çağlıyor benim. İlk çocukluğumda rüyamı anlatabilmek için çırpındığımı hatırlıyorum, ya da harika bir manzarayı dillendirmeye çalıştığımı. Hep vardı, sesler, kelimeler, dünyalar. İlkokul öğretmenimiz günlük yazmamız için defterler dağıtmıştı, işte o zaman fark ettim bir kâğıt önünde yapayalnız kalabilmeyi. “Yazdığın şeyden güçlü olmalısın,” der Marguerite Duras ve yazmanın “yalnızlık” gerektirdiğini söyler. Ben de, bir kâğıt önünde durabildiğimde, gerektiğinde kalbimden de güçlü olmayı başarabildiğimde, dilin de benimle beraber çağladığında hissettim. Bundan başka yazgı yoktu benim için. Yazarsınız, bunun nedeni, sonucu, aması, fakatı yoktur. Yine de, işin buraya geleceğine pek şaşırmadım. “Kitaplı bir yazar olma” anlamında değil, yanlış anlaşılmasın. Ben yine kâğıtlar dolusu yazabilirdim, kimseler bilmezdi ama yine de yazardım. Akacağım başkaca bir su yolu yoktu çünkü. Ama bir öykü kitabım çıkacak mıydı? Bunu kestirmesi güç, kitabınızla göz göze gelene kadar inanmazsınız da zaten. Bu bağlamda önemli olan, öykülerimiz “kitap olma yolculuğunda” iken sesimizi işiten, çağıltımızı duyan, kelimelerimize, hikâyelerimize kıymet veren insanların olmasıdır. Kitap da bu inancın meyvesidir bir bakıma.

Yazma uğraşınızı neden başka bir türde değil de öyküde yoğunlaştırdınız?

Bundan beş altı yıl evvel şiir yazıyor, dergilere de gönderiyordum. Bir gün, hiç unutmuyorum, şiir yazdığım sayfanın altına yazdım ilk öykümü. Ama ne kadar güzel bir his. Öte diyarlara, başka hikâyelere adım atmanın verdiği bir coşku. Sonra hep hissettim o nehrin akışını, coşkusunu. Duydum sesini. Dil nehri akıyordu ve ben ona dur demedim. Terk etmek istemedim hikâyeleri, hikâyelerimizi. Anlattıkça, Aygün’ün, Aza’nın, Şemse’nin, Karasaç Ana’nın hikâyelerini, bana da iyi geldi. İyileştim, güçlendim. Hikâyeleri bana kuvvet verdi. Üvey hissetmedim kendimi dünyada. Hikâyelerine inandım, hikâyelerini çağırdım. Ad koydum onlara. Benim kızlarım hepsi. Burada başlıyor biraz öykü meselesi. Bir “hikâyesi” var çünkü.

Yayınevini nasıl belirlediniz? İlk kitabınızın yayımlanma sürecinde neler çektiniz?

Az evvel de bahsetmiştim, hikâyenize inanan insanların olması önemlidir diye. Hikâye biraz burada başlıyor, Aykut Ertuğrul ile. Bir öykü göndermiştim, Post Öykü için, “Kabuk” öyküsü. Aradı, öyküyü beğendiğini ve Eylül-Ekim sayısına alacağını söyledi. Kapatmadan da, “Gülşen Funda, senin öykülerin ne âlemde, var mı dosyan, göndersene bana, bakayım bir.” dedi. Aykut Ertuğrul’un 2018’den beri Ketebe’de editörlük yaptığını ve önemli bir çağdaş öykü külliyatı oluşturmak için çabaladığını bilen bilir. Yayınevi de bu şekilde belirlenmiş oldu. Sonrasında yayın takvimine yerleşti. Ve bir eylül ayında, haberim olmasına rağmen, sanki ansızın karşıma çıkmış gibi, görüverdim Felgu’yu. Süreç aşağı yukarı böyle.

Kitabı yayıma hazırlama sürecinde size yol gösteren, yardımcı olan bir editörünüz oldu mu?

Kıymetli editörüm Kadir Daniş, “Felgu”ya kendi kitabıymış gibi özen gösterdi, emek verdi ancak dosyayı ben hazırladım; öyküleri seçme, sıralama, bölümler oluşturma gibi aşamaları tek başıma yaptım.

İlk kitabınızla hayatınızda neler değişti? Neler ummuştunuz ne buldunuz?

Yukarıda da dediğim gibi, kitabı olan biri olduğumu hatırlamıyorum bile. Pek bir şey değişmedi. Yaşamaya ve elbette yazmaya devam ediyorum.

Telif aldınız mı?

Evet.

Dergiler için edebiyatın mutfağı denir. Siz salona, misafirlerin karşısına çıkmadan önce mutfakta ne kadar zaman geçirdiniz?

On sekiz yaşındaydım öykümü bir dergide ilk defa gördüğümde. O günden bugüne, dergiler daima oldu. Hatta yol gösterdi, hizaya çekti, güven verdi. Geri dönüp baktığımda, dergilerin ciddi anlamda hem edebiyat anlayışımıza hem yazma edamıza, tavrımıza tesir ettiğini düşünüyorum. O yüzden her dergide olmak istemedim. Genel olarak Post Öykü’de, kendi edebiyat anlayışıma yakın bulduğum için göründüm, atölyelerine katılma fırsatı bulabildim. Örneğin, Acaib’ül Mahlûkat atölyesi bu bağlamda önemli bir deneyimdi benim için. Şuan, hâlihazırda Post Öykü bünyesinde devam eden başka bir atölye daha var. Önemsediğim için biraz bahsetmek de isterim. Adı, Yanlış Okumalar. Yaklaşık bir, bir buçuk yıl kitaplar okuduk. Çok genel olarak söylemek gerekirse Walter Benjamin, William L. Randall, Barry Sanders, Ursula Le Guin, Terry Eagleton, James Wood, Wladimir Propp, Joseph Campbell, M. Bilgin Saydam, Claude Levi Strauss isimlerini zikredebilirim. Geçtiğimiz Mayıs-Haziran sayısından itibaren de yazılar yazmaya başladık. Önümüzdeki ay, -yani Ocak Şubat sayısında- Bilge Karasu’yu ağırlayacağız. Bundan önce, Feyyaz Kayacan, Ömer Seyfettin, Tomris Uyar, Yücel Balku okuduk; üzerine düşündük ve yazılar yazdık. Yanlış Okumalar; bana ve arkadaşlarıma, bir metni, bir yazarı hangi kavramlarla değerlendirebileceğimize dair iyi bir yöntem sundu. Türk öykücülüğünde önemli yeri olan insanlarla buluşmamız için bir “mekân” sağladı. Pek çok açıdan kıymetli bu.

Kitabınız yayımlandıktan sonra yakın çevrenizin, okuma-yazma uğraşınıza ilişkin tavırlarında değişiklik oldu mu? Yazıyla ilişkinizde ciddi olduğunuza ikna oldular mı? Kitap size bu anlamda bir özgürlük alanı kazandırdı mı?

Yazmak, nedense ciddi bir iş olarak algılanmıyor. Düşünsenize, bir kâğıt var önünüzde. Bir de hayaliniz, kurgunuz, hikâyeniz var zihninizde. Ve çetin savaş başlasın! Bakalım ne kadarını yazabileceksiniz? Zihninizdeki ziyafetten geriye kalan artıklarla da dolu olabilir bu kâğıt, yani tam bir fiyasko. Ya da büyülü bir dünyayı da ağırlayabilir. İşte, yazmak, bir kâğıt üzerinde de olsa, insanın yüreğiyle hesaplaşmasıdır, dünyasıyla, diliyle. Ve diğer insanlarla. Sonuçta, Borges yazmış, Ursula yazmış, Balku yazmış. Ben niye yazıyorum? O büyülü dünyalarda dolaşmak neden yetmesin? Ama öyle değil işte. Demek ki yetmiyor, demek ki kendi hikâye evrenimizi kurmak, kendi erkeklerimiz ve kadınlarımızla yollara çıkmak, kartal avlarına katılmak, bir ateşin etrafında şarkılar dinlemek, Sibirya çöllerinde yazgımızı aramak istiyoruz. Bu işte, bir insanın, ciddiyetle bir şey yapmak istediğini gösterir. Elbette, insanlar bir kitabınız olduğunda sizi ciddiye almaya daha meyyal olacaktır. Ama bu en yüce ölçüt değildir. Kitabınız olsa da, uzun yıllar emek verseniz de, bir boks maçındaymış gibi kan, ter ve gözyaşı ile var olmaya çalışsanız da, sizi görmeyecek, sizi ciddiye almayacak, sizi önemseyecek insanlar olacaktır. Olsun da! Tüm dünyamız, tüm dilimiz, tüm hikâyelerimizle dünyayı selamlarken biz; üç beş kişi gözlerini bizden öteye çevirmişse, yok mu olmuş olacağız? Hayır! Dediğim gibi, bunu bir yol olarak görüyorsak, yola devam etmeliyiz. Ciddi olmak, çıktığın yola ehemmiyet göstermektir bir bakıma. Güzel yolları hak etmeyi “beklemek” yerine, güzel yolları hak etmek için “çabalamak” gerekir.

Peki, bundan sonra?

Hikâye devam ediyor.