İlkay Yılmaz

İp gibi uzayan tozlu yolların merkezinde, çatal çamların sarmaladığı istasyon binası; güneşte ışıldayan çatısı, renkli işaret levhaları ve bariyerleriyle uzaktan bakıldığında kapkara taşlarla dolu arazinin içine manzarayı güzelleştirmek için kondurulmuş bir maketi andırıyordu. Güneydeki köylerden birinden kopup gelen köhne dolmuştan inenler binaya doğru hep birlikte yürüdü.

Duvar diplerine döşemesi yıpranmış koltukların sıralandığı küçük salon, kirli sakallı, kasketli, esmer, kavruk erkeklerle doluverdi. Duvardaki tarifeyi inceleyen yolcu merakla dönüp baktı. Gelenlerin arasında ilk bakışta diğerlerinden boy farkıyla ayrılan bir adam vardı. Üstüne kalıp gibi oturan takım elbise giymiş, kravat ve şapka takmıştı. Atletik yapılı, yakışıklıydı. Kılığı kıyafeti, diğerlerinin salt örtünmek için giyildiği izlenimi veren giysileriyle kıyaslanmasa da bu adama bir bütün olarak bakıldığında kusursuz olduğu için değerli sayılması gereken kıymetli bir taşa benziyordu. Kasketli adamlar ürkek birkaç adımdan sonra tedirgin, etrafa bakarak, kasketlerini ellerine aldılar. Takım elbiseli adam, memurunun oturduğu bölmeye doğru uzun adımlarla yürüdü. Kısa süren konuşmanın ardından koltuklara yöneldi, birinin ucuna ilişti. Diğerleri de onu izledi. Birkaçı ağırbaşlı yürürken birkaçı aman kimse kapmasın dercesine kısa adımlarla ama hızla gittiler koltuklardan yana.

Onlar otururken takım elbiseli adam, giysisine göz atıyordu. Tıngırtılı dolmuştan kalan tozlara hayıflanırcasına üstüne sinenleri silkelemeye çalıştı. Sonra şişkin deri çantasını dizlerine yerleştirdi. Şapkasını da çantasının üstüne koydu. Bunu gören yanındaki koltuğa yerleşmiş olan sakallı adam, yerinden fırladı.

“Buraya bırak,” dedi.

Adam itirazın gereksiz bir çaba olacağını dünden beri öğrenmiş olduğundan denileni yaptı. Boşalan yere çantasını ve şapkasını yerleştirdi. Sonra pantolonunun dizlerini hafifçe yukarıya çekerek bacaklarından birini diğerinin üstüne bıraktı, elini saçlarından geçirdi. Ama bir an önce yerinden fırlamak istercesine iğreti oturuyordu.

Öteki adamlardan üçü onunla aynı sıradaki koltuklara, beşi karşısına, yer bulamayanlar da duvar dibine çöktü.

“Siz beklemeseydiniz muhtar.”

“Olmaz beyim!..”

“Boşuna bekleyeceksiniz, üç saat rötar yapmış.”

“Olsun, beş saat da olsa bekleriz!..”

Konuşmuyorlardı. Her türlü kıpırtıya ve sese kapalı, bakışmalarla süren, sündükçe sünen ağdalı bir sessizlik başlamıştı aralarında. Adam, üstüne dikilmiş bakışların ağırlığında ayaklarını evirip çevirip cilalı ayakkabılarına baktı, çorap konçlarını düzeltti, ceketinde, pantolon paçalarında kalmış tozlara peş peşe fiskeler indirdi. Kolunu sıyırıp saate baktı, ama bir sohbet geliştirmeye çalışmadı. Sonra açık kapıdan görünen kara taşlara, tepelere, yayılan koyunlara, tek tük gelmeye başlayan, rayların kenarında volta atan yolculara ve yük taşıyanlara çevirdi bakışlarını.

Ellerinde kasketlerini didikleyerek çevirip duran köylü erkeklerin bakışları, adamın cilalı ayakkabıları, paçasının açıkta bıraktığı çorapları, biçimli saç tıraşı, iri şövalye yüzüğü ile şişkin çantası arasında aç bir merakla mekik dokuyor, ardından salonda olan biteni umursamadan, sinek kaydı tıraşlı yüzünde konaklıyordu. Devlet ciddiyetini iki dudağının arasında taşıyan, o sıkı ağızdan dökülecek sözleri ya da o yüzde oluşabilecek en ufak bir kıpırtıdan verilen kararı sezebilmeyi umarak, bir ölüm kalım meselesi ciddiyetiyle bekliyorlardı. Bütün dikkatlerini seyirlik buldukları bu adama yöneltmiş olduklarından, belki de onlara silik birer gölge gibi bile görünmeyen salona girip çıkanları, ancak onun bakışlarının yol göstericiliğinde fark edebiliyorlardı. O ise, karşısında ve yanında oturan, gözlerini kırpmadan ona bakan köylülere burnunun üstünden şöyle bir baktıktan sonra bakışlarını salona girip çıkanlara yöneltiyordu. Elinde bir testi ve bardak “Var mı soğuk su içen?” diyerek içeriye giren palazlanmaya başlamış oğlan çocuğuna kulak asan olmadı. Genç bir çift girdi içeriye. Adam, can sıkıntısından olacak kadını süzmeye başladı. Diğerleri de kafalarını aynı yöne döndürdü. Kocası kadını dışarıya sürükledi.

Adam ekşidi, kıpırdanmaya başladı. Bacaklarının konumunu değiştirdi. Ağzını kapatarak peş peşe esnedi. Karşısında oturanlardan, önce sakallı adam, sonra bir başkası esnemeye başladı. Köylüler dışarıdan gelen her gürültüye, içeriye giren her kişiye, adamın dikkati yönünde, aynı anda baş döndürerek, neredeyse resmi bir tören düzeni içinde tepki vermeye devam ediyorlardı. Onlar için önemli olan adamın dudaklarından çıkabilecek bir söz, yüzünde beliriverecek bir kıpırtı, nereye, kime, nasıl baktığıydı. Dışarıda bekleyen yolcular ve onların serseri mayın gibi içeriye dalan çocukları, dili dışarıda, çocukların peşinde gezen, titrek kuyruklu köpek, demiryolu çalışanları, su ve meyve satıcıları, bunların hiçbiri, eğer adam bakmıyorsa seyredilmeye değer değildi. Sonra bu seyir ritüelinin bulaşıcı hale getirdiği esnemeler başlıyor, artarak çoğalıyordu.

Ömründe yokluk görmemiş, bu topraklara yabancı biri köyde zorunlu geçirilen bir günde, yoksulluğun kınından çıkmış haliyle karşılaşırsa ne yapar ne düşünürdü? Saz benizli, çıplak ayaklı çocuklar, gözlerinin feri kaçmış, her devinimlerinde kemiklerinin sesi duyulan yaşlılar, ağır yüklerin altında ikiye katlanmış kadınlar, ezik erkekler, kadidi çıkmış, derilerini zor sürükleyen eşekler, inekler, koyunlar, köpekler, kıraç, verimsiz, taşlı tarlalar… Takım elbiseli adam, onlara, zorunlu misafirliğinin ruhunda açtığı ince, titrek çatlaktan bakıyordu. Söyleyecek sözü yoktu, olsa bile sözün gücü neydi, görünenin karşısında. Uzaktayken gayet net olan düşünceleri sefaletin keskin yüzüne çarpar çarpmaz parçalanmış, çökmüştü. Şimdi ne yapacaktı? Bir başkası yapmış olsa şiddetle kınayacağı şeyi yapacaktı. Yapması gereken en doğru şeydi, yazacağı raporla belgeleyeceği ve değiştirmeye hiç kimsenin gücünün yetmeyeceği olgu. Belki de bugüne kadar yaptığı en iyi şey olacaktı.

Varsın böyle olsun! Kim ne kaybederdi? Salona girip çıkanın tükendiği bir ara esneyerek yerinden kalktı, kapıya doğru gevşek adımlarla yürüdü. Köylüler birbirlerine baktılar. Birkaçı davranmaya kalktıysa da muhtar kaşlarını kaldırarak onları hareketsiz kıldı. Kurşun gibi ağır zamanı, tabanlarıyla ezerek eritmek ister gibi bütün ağırlığını ayaklarına yükleyerek dışarıya çıktı. Refakatçilerin soran bakışları bir süre muhtara takıldı. Sonra hep birlikte kapıya bakmaya başladılar.

İlkay Yılmaz