Yalnızlaştırılan kalabalıkların sesi Eduardo Galeano, “Kucaklaşmanın Kitabı” ile her zaman olduğu gibi avcının değil avın yanında; anlatılmayanı anlatıyor; kalbiyle hatırlıyor, belleğinin odalarında dolaştırıyor.

“Recordar: Anımsamak
Latincesi: re-cordis,
yani kalbi delip geçmek.”
Kucaklaşmanın Kitabı’nın başında yer alan bu ifade, Eduardo Galeano eserlerinin ana izleği olarak nitelendirilebilir. Zira onun eserlerinde beyinle kalp arasındaki mesafenin ortadan kalktığını görürsünüz. Yalnızlaştırılarak susturulan toplumların hafıza kaydı niteliğindeki anlatıları, sade bir üsluba sahiptir ama derinlere iner, ta kalbinize kadar.
Kimi hikâyelerini çocuğunuza bile okuyabilirsiniz, o denli masalsıdır. Kimileri de size bile ağır gelir, o denli acıtıcıdır. Galeano kolektif hafızanın kaydını tutar; acıyı anımsatır ve bu acıyı sanki siz yaşamışsınız gibi hissettirir. Yazdıkları üzer, aynı zamanda öfkelendirir de. Ne ki bir sonraki sayfayı çevirdiğinizde öyle bir hikâye anlatır ki yumuşacık olursunuz; tebessüm eder, kendinizi, “Geçici sevdalar kadar güzel ve elle tutulmaz olan yaşamı” kutlarken bulursunuz.
Kolektif hafıza dedik ya sizi her bölümde kısa bir sahnenin içine sokar, o anı yaşatır ve son noktayı koyduğunda ensenizde bir ürperti hissettirir. Kimi acı kimi tatlı; Galeano okumak, tarihte yolculuk yapmak gibidir. Hikâyeler zaman makinesi, Galeano ise rehberinizdir.
Latin Amerika’yı anlamak için
Galeano, Kucaklaşmanın Kitabı’nda da sizi bir yolculuğa davet eder. Kendinizi bir anda Isla Negra’da, Pablo Neruda’nın evinin önünde bulursunuz; yanınızda Neruda hayranları, evin içindeki bir kartalın çehresinde Neruda’nın siması. Bir sayfa çevirir ve bir ayna ustasının kendi yaptığı aynaların içine girip kaybolmasına tanık olursunuz. Garipsemezsiniz, çünkü Latin Amerika’da olduğunuzun farkındasınızdır. Bu açıdan Latin Amerika’ya en uygun metafor sürekli ölüp ölüp dirilen bir adamdır denebilir; birçok kere ölür, yeniden doğar. Galeano da bu büyülü gerçekliği iyi yansıtır.
Mexico City’nin sokaklarında ölülerle birlikte yürür, Brezilya’nın ücra köylerinde dolaşırsınız. Şili, Temuco’da özel mülkiyeti yok saydığı için yok sayılan, sırf bu sebeple bir tane bile sağlık görevlisi gönderilmeyen yerli hastanesinde şifa bulursunuz; orada bir kadın size şunu demiştir: “İnsan ölmek için yaşar, hepsi bu.” Hastaneden çıktığınızda ise Latin Amerika’nın gerçekliğiyle karşılaşırsınız: Şili hükümeti, yerlileri sindirmek için pankart asmıştır: “Şili’de Kızılderili yok, yalnızca Şilili var.”
Sayfayı çevirdiğiniz sırada Latin Amerikalı komünistlere cadı avı yapıldığı bir ana rast gelirsiniz. Özgürlükler, kurşunlarla delik deşik ediliyordur; sürgünlerle köşe kapmaca oynamaya mahkûm edilen bir adamın ailesinden koparılmasına tanık olursunuz. O sürgündeyken devlet, ailesini de rahat bırakmaz. O sırada etmediğiniz küfür kalmaz. Devlet kendi vatandaşlarıyla bir bir uğraşırken bir bakmışsınız kendi ekonominiz sizi yoksullaştırmış, kendi ülkenizin polisi sizi kovalamış ve kendi kültürünüz sizi yadsımıştır. Yorulur da kitabı bir kenara koyarsınız. Kapak size siz kapağa… Sonra dayanamayıp yeniden okumaya başlarsınız.
Latin Amerika’nın başka bir yerinde bulursunuz kendinizi; toplumun korkuyla nasıl yönetildiğini gösteren bir filmde sanırsınız ama bu bir film değildir:
“Uruguay’daki askerî dikta rejiminin son günlerindeydi. Kahvaltıda korku yemiştik, öğle ve akşam yemeklerinde korku. Gene de bizi kendilerinden biri yapmayı başaramamışlardı.” (s.273)
Latin Amerika özelinde insanı insandan ayıran şeyin ne olduğunu anlayabilmek için eşsiz bir deneyimdir Galeano’yu okumak. Kucaklaşmanın Kitabı’ndaki hikâyelerde sadece yalan, ikiyüzlülük ve paradokslarla dolu politik ortamı ve kanlı tarihi değil aynı zamanda Latin Amerika sanatını, rüyasının elde tutulamazlığını, kehanetleri ve gündüz düşlerini, büyülü gerçekçiliğini, büyülü olmayan gerçekliğini; kısacası Latin Amerika’yı Latin Amerika yapan her şeyi, Galeano’nun zihninin odalarında dolaşarak yeniden yaşarsınız. Onun her kitabı, hafıza odacıklarından oluşan bir geçit gibidir; kimi zaman korku tüneli kimi zaman da bir botanik bahçesi…
Galeano, “Çirkin Amerikan gerçekliğinin çekirdeğinde bulduğum büyülü gerçeği dışa vurmaya çalışıyorum.” şeklinde açıklamıştır yazınını. Tarihin çelişki ve paradokslarla dolu olduğunu gözler önüne serer: Ekvador’da Kızılderili kurbanlarına “cellat” diye bağıran cellatlar, Che Guevara’nın Arjantin Ordusu tarafından askerlik yapmaya ehil bulunmaması, ekonomi bakanlarının devalüasyon arifesinde “devalüasyon olmayacak” açıklamasında bulunması, orduların “anayasaya saygı” açıklamasından bir gün sonra darbe yapılan onlarca Latin Amerika ülkesi. Anlattıkları genel olarak Latin Amerika özelinde olsa da dünya genelinde kapitalizmin kanlı tarihine de ayna tutmayı başarır. Bu açıdan evrensele ulaşmayı da başarmıştır.
Yaratımın anlamsız olduğu, emeğin değerinin kalmadığı bir çağda, bukalemun çağında yaşadığımızı söylerken haksız değildir Galeano; olabilecekken olamayanlar, birey olarak değil kas gücü olarak görülenler, adları değil numaraları olanlar, kalabalıkların içindeki yalnızlar, yaşarken ölenler; kısacası hiç kimselerin hikâyesini anlatır. “Beni okuyamayanlar için yazıyorum,” der. “Ezilmişler için, vüzyıllardır tarihe geçebilmek umuduyla kuyrukta bekleyenler, kitap okuyamayanlar ve kitap alacak parası olmayanlar için.”
Komşunun rakip olarak görüldüğü, bir yanda tüketimin tutkulu bir dine dönüştüğü diğer yanda ekmek bulamayanın ölüme mahkûm edildiği bir yalnızlaşma ve yalıtılmışlık düzeninin, ne bedeni ne de ruhu besleyebileceğini düşünen Galeano, sorunu kucaklaşma eksikliğinde bulur. Kitap da ismini buradan alır zaten: El libro de los abrazos, yani kucaklaşmanın kitabı.

Avcının değil avın yanındaki tarih
Galeano, sözde demokrasilerdeki “anımsamak korkusu” yüzünden Latin Amerika’nın belleğini -zorla- yitirdiğini ancak hatıra çöplerini altına süpürecek büyüklükte hiçbir halının olmadığını bilmek için Freud olmaya gerek olmadığı söyler. Aslan avcılarının övüldüğü tarih kitaplarının karşısına, asıl övülmesi gereken aslanları koyar. Bunun için de metaforları, masalları, rüyaları ama gerçeği kullanır. Büyülü olsun ya da olmasın, aslanların gerçeğini anlatır. Kolektif hafızanın kaydını tutması da tarihin vicdanı denmesi de bu yüzdendir.
Yazmayı, sesini yükseltmenin ve kucaklayıp kucaklaşmanın yolu olarak görür. Nesnel anlatayım derken nesne haline dönen tarih yazarlarına karşı tavrını öznel tarih anlatımından yana koyar. Bu görüşünü de düzenin, belleklerimizi boşaltarak yerine süprüntüler koymasıyla ve bu sayede tarihin bugüne ve geleceğe bir şey söylemek (yani tarihin yaratımı) yerine eski kostümlerini giyerek tekerrür ettirdiği gerçeğiyle destekler. Bunu bellek kavramı üzerinden şöyle açıklar:
“Ahmak bellek, kendi kendini trajik bir nakarat gibi yineleyip durur. Oysa hayat dolu bellek, her gün yeniden doğar: Geçmişten kaynaklanırsa da geçmişin kesin karşısındadır. Alman dilinin tüm sözcükleri arasında Hegel’in en sevdiği, aufheben sözcüğüydü. Aufheben aynı zamanda hem ‘saklamak’ hem de ‘silmek’ anlamına gelir ve böylelikle, ölürken doğan, yıkarken kuran insan tarihine saygılar sunar.” (s.132)
Hissederek ve vicdanımızla değil de bir nesne gibi, sadece beynimizle yazdığımız tarihin, geçmişi yinelemekten, trajedinin kendini trajedi olarak yenilemekten başka bir işe yaramadığını savunur. Onun için yazmak bellek işidir, tarih yazmak ise bu yolda vicdanın sesini dinlemektir. Bu minvalde yazmayı, kalple beynin evliliği olarak görür Galeano: “Colombia kıyılarının balıkçıları etik ve ahlak konularında doktora yapmış olsa gerek ki doğruyu söyleyen dili betimlemek için sentipensante, yani hissederek düşünme, deyimini yaratmışlar.” (s.129) Hissederek düşünmek, Galeano yazını için eşsiz bir tanımlamadır. Hissederek düşünür, düşünerek yazar ve dimdik durur. Sürekli vardır, hiçbir zaman yok olmaz: “Rüzgâr,” der, “içimde ıslık çalıyor. Çıplağım. Hiçbir şeyin, hiç kimsenin efendisi değilim, kendi inançlarımın bile. Rüzgâra karşı duran, rüzgârın çarptığı şu yüzüm ben yalnızca; yüzüme çarpan rüzgâr da benim.” (s.290)

“İnsan neden yazı yazar, benliğinin bölük pörçük parçalarını bitiştirmek için değilse?” sözüyle de Galeano, topraklarını anlattığı kadar kendine de döner bu kitapta. Sözgelimi dokuz yıllık sürgünü; dikta rejimleriyle oynanan köşe kapmaca, yitenler yitirilenler. Niçin babasının soyadını değil de annesinin soyadı Galeano’yu kullandığını öğrenirsiniz. Üstat Juan Carlos Onetti ile anılarından haberdar olur, sürgün yıllarında Barselona’da hastane yatağında derin sevinç ve kederlerle dolu bir kasırga yaşatan telefon rehberinin içinde kaybolursunuz. Bu sırada eşi Helena’nın rüyaları sizi uyandırır. Hani birinden bahsedersiniz de o kişi akşam size gelir veya kötüsü, o kişiyle ilgili bir anda ve yok yere bir karamsarlık yaşarsınız da ertesi gün kötü haberini alırsınız ya işte “gezintiler” adını verdiği böylesi tesadüflere dayalı anılarını da dinlersiniz. Galeano, benliğinin bölük pörçük parçalarını yapıştırmakla meşguldür.
Galeano gibi yazmak mümkün mü?
Sözlü anlatım ile yazılı anlatımı bir araya getirerek Latin Amerika’nın kadim hikâye anlatımı geleneğine her daim saygı duruşunda bulunan Galeano’nun yazdığı gibi yazmak herkese çok kolay gibi görünür ama gel gör ki öyle değildir. Onun gibi yazmayı denersiniz ve ortaya zırvalıktan başka bir şey çıkmaz. Tüm bunları dokunaklı insan hikâyeleri yoluyla pürüzsüz bir anlatımla ortaya koyar; Galeano okurken metinsel açıdan anlamadığınız, karmaşık bir cümle varsa o da çevirmenin kusurudur.
Tıpkı Diego Armando Maradona için denildiği gibi Galeano için de iki seçenek var: Ya onun hikâyeleri sizde bağımlılık yaratır, aralıklarla döne döne okursunuz ve sizde derin izler bırakır ya da bir iki hikâyeden sonra kapatır ve onunla münasebetinizi keser, bir daha da okumazsınız. Ortası yoktur.
Ben onunla Ankara Üniversitesi Latin Amerika Çalışmaları bölümünde yüksek lisans eğitimi alırken bölüm başkanımız Prof. Dr. Mehmet Necati Kutlu vasıtasıyla tanıştım. Bir daha da elimden bırakamadım. Kalbim, zihnim ve kalemimdeki izi de her daim derinleşti. Onunla, müdavimi olduğu Cafe Brasilero’da bir söyleşi yapabilmek için hayatımda birçok şeyi feda edebilirdim.
Batuhan Sarıcan

Uruguay’ın başkenti Montevideo’da doğan Eduardo Galeano, ilk politik çizgi romanını, daha 14 yaşındayken Sosyalist Parti’nin haftalık yayın organı El Sol’de yayımlandı. 1960’larda gazetecilik kariyerine MARCHA’da başlayan yazar, dönemin önemli mecralarından EPOCA’da da yönetici editörlük yaptı. 1973’teki askeri darbe sırasında hapse atıldı, ardından Arjantin’e sürgüne yollandı. Burada da CRISIS’teki çalışmalarıyla dikkat çeken Galeano, 1976’da Jorge Rafael Videla’nın askeri darbesi yüzünden Barcelona’ya gitmek zorunda kaldı. Burada ünlü üçlemesi Memoria del fuego’yu (Ateş Anıları) kaleme aldı. 1978’de Latin Amerika’nın en önemli ödüllerinden Casa da América Latina’ya layık görülen Galeano, 1985’in başında Montevideo’ya döndü ve 13 Nisan 2015’te akciğer kanserinden vefat etti.