I

Bir süredir Huzur’u yeniden okumak gibi bir düşüncem vardı ama Manzaradan Parçalar’ı karıştırırken karşıma çıkan bir alıntı beni bu fikrimden caydırdı. Orhan Pamuk, Tanpınar’ın ünlü romanını modernizm bağlamında incelediği yazısında onun neden modernist bir yazar sayılamayacağını anlatırken eserden birkaç kısa parça seçmiş. Bu alıntılar bize bir yandan elimizdeki romanın ne kadar yoğun bir metin olduğunu gösteriyor, bir yandan da yazarın biçim ve dil tercihleri ile ilgili fikirler veriyor. Beraberinde bazı sorular da getirerek…

II

Orhan Pamuk “büyük”, “istisnai” ve “değerli” gibi sıfatlar yoluyla Tanpınar’ın edebi zekasının hakkını teslim ediyor. Şüphesiz bu hakkı biz de teslim ediyoruz: Ben, Beş Şehir’i kitaplığımın en nadide parçalarından biri olarak görürüm. Yaşadığım Gibi başlığı altında toplanan makale ve denemeleri bize Tanpınar’ın eşsiz bir üslupçu olduğunu gösterir. Söz konusu kitaplarda karşımıza çıkan Türkçe derin fakat bir o kadar da berrak haliyle dili seven, dille işi olan pek çok okuru etkilemiştir – benim üzerimdeki etkileri Parşömen’de yayımlanan bir önceki yazımdan (Pamukovalı Genç Kıza Mektup) da bellidir.

III –

Ne var ki, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın en ünlü eserleri nedense benim kendimi en uzak hissettiğim yapıtlarıdır. Evet, Huzur’dan ve Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nden bahsediyorum. Bu romanları uzun yıllar önce okudum ama doğrusu pek keyif alamadım. Onlara karşı duyduğum soğukluk bir süre beni huzursuz da etmiştir. Önceleri bu soğukluğu yaşla ilgili bir acemiliğe ya da okuma birikimimdeki yetersizliklere bağlamaya meyilliydim ama bugün –biraz da bu anlattığım türdeki alıntıların etkisiyle– böyle olmadığını anlıyorum. Aslında, nedense deyişim de lafın gelişi. Çünkü nedenini biliyorum: Yıllar önce Fethi Naci’den okuduğum satırlar huzursuz duygularıma tercüman olmuştu. Bu yazıya tekrar baktım. Naci’nin Huzur ile benim aramda oluşan edebi mesafenin gerekçesini gayet sarih bir şekilde açıkladığını –daha iyi– gördüm.

Ama önce Orhan Pamuk’un, Manzaradan Parçalar kitabında Huzur’dan yaptığı o alıntı:

“Eski musikiye gelince, o kadar sıkı nizamlar içinde kıvranan, fırtına ve gül yağmurlarını boşaltan diyonizyak cümbüşiyle, insana telkin ettiği bütün ömrünce tek düşüncenin, tek ihtirasın avı ve nezri olmak, onun ocağında yanıp kül olduktan sonra, tekrar yanıp tekrar kül olmak için dirilmek fikri ve birbirlerini çok eski ve adeta unutulmuş güzelliklerin içinden arayıp bulmak zevkiyle hazır ve türlü ihtimali karşılayacak derecede zengin hayat çerçevesini doldurmağa teşvik ediyor, bunu yapabilmenin yolunu gösteriyor, onu yaşamağa içten onları hazırlıyordu.”

Orhan Pamuk, Tanpınar’ın dilini ve “tipik” diye tanımladığı cümle yapısını açıklamak için hat sanatından ödünç aldığı bir terime başvuruyor: İstif. Nobelli yazarımıza göre, bu okuduklarımız “akıcı ve bir anlama doğrudan işaret eden cümleler,” değil ama içerdikleri kelimelerin ve yapıcıkların kendi aralarında oluşturduğu istif ilişkileri yüzünden bizi etkiliyorlar! TDV İslam Ansiklopedisi bize istifin hat sanatının önemli bir özelliği olduğunu söylüyor. Bu terimle harflerin dizilimi, örgüleri, yan yana gelişlerindeki bütünlük ve ahenk gibi unsurlar kastediliyor. İstif eserin estetik boyutunu derinleştiren / belirleyen bir etki yapıyor.

Bilemiyorum… Gençliğinde ressam olmak isteyen ve edebiyatımıza Benim Adım Kırmızı gibi bir başyapıt armağan etmiş bir yazar olarak Orhan Pamuk meseleye bir de bu açıdan bakmayı düşünmüş olmalı. Bana daha çok, aslında kendisi bu cümleleri yadırgamış, beğenmemiş ama Tanpınar’ın şöhretine bir halel getirmemek için fazla deşmemiş gibi geliyor. Yoksa “insana telkin ettiği bütün ömrünce tek düşüncenin” ya da “onu yaşamağa içten onları hazırlıyordu.” gibi ifadelerdeki dizilim sorunlarını gözden kaçırmış olamaz (yoksa olabilir mi, kendisi de son romanlarında benzer şeyler yapmadı mı?). Ama belki de tespiti doğrudur; Huzur’un yazarı hat sanatının, Osmanlı resminin motiflerini yazısının tuvaline taşımak istemiş olabilir. Ancak yukarıya aldığımız örnek görüntünün zaman zaman dağıldığını da ortaya koyuyor.

IV

Fethi Naci’ye gelirsek… Ünlü eleştirmen Huzur’u ele aldığı yazısında dilin romanla okuyucu arasına girmemesi gerektiğini ama bu romandaki üslup kaygısının kişileri ve olayları izlemeyi güçleştirdiğini söylüyor ve şu çarpıcı tespiti yapıyor:

“Tanpınar’daki üslup kaygısının sahnede ‘rol çalan’ bir oyuncunun bir anlık beğenilme uğruna oyunun bütününe zarar vermesi gibi bir etkisi oluyor.”

Bunun dışında Fethi Naci, “şairane ve süslü söz etmek merakı”, “felsefe yapmak ve büyük söz etmek merakı” gibi zaafları metnin aksaklıklar hanesine kaydediyor. İşin aslı, ben de hiç ihtiyacı olmadığı halde bu büyük edebiyatçının “yosun bakışlı uçurum” ya da “beyaz bir rüyayı andıran yüzünü” gibi ifadeleri neden kullandığını anlamakta zorlanıyorum. Bu tip sözler benin romanla arama giriyor ve onu ikinci kez okumamı engelliyor.

– V

Modernlik, modernizm, batılılaşma… Bunlar zaten zor, çetrefilli konular. Bu tip mevzulara akademik makaleler ya da kuramsal kitaplar yoluyla değil de edebiyatın sunduğu olanaklarla (yani hayatın içinden) yaklaşmak isteyen bencileyin okurlar, ellerindeki metnin –belli estetik ölçütleri göz ardı etmeden– bir nebze yalın, direkt ve berrak olmasını beklerler. İşin aslı, romancının iletmek istediği bir mesaj veya vermek istediği bir ders varsa, bunu yazının şehvetine çok kapılmadan yapması hem eserin hem de okuyucunun hayrına olur. Tanpınar’ın böyle bir kaygısı var, evet, bunu biliyoruz; Huzur yazarı toplumun önüne bir tür öğretmen olarak çıkıyor (hatta Pamuk onu bu açıdan kısmen Ahmet Mithat Efendi’ye benzetiyor). Yazının şehvetine, dedim, yabana atılmasın! Bu tehlikeli bir alandır. O kadar ki bazen yazarlar kendi yazdıklarının şehvetine de kapılabilirler. Fethi Naci, Tanpınar’ın zaman zaman kendinden, şiirlerinden intihal yaptığını bile söylemiş!

Ben romandaki ayrıntı bolluğuna, şairane söz söylemek merakına ve daha çok da şu istif meselesine takıldığım için eserin sosyal ve siyasi boyutuna ve bu alanlarda işaret ettiklerine nüfuz edemediğimi hatırlıyorum. Kitapta yer alan gelenek, modernizm ve iki medeniyet arasında kalmak gibi –aslında çok sevdiğim– temaların tadına herhalde bu yüzden varamadım. Bu konuda Fethi Naci’nin görüşünü vermekle yetineyim:

“Bir romanda bir mesele konmak isteniyorsa, bu meselenin doğru konması bile başlı başına önemli bir şeydir; çözüm yanlış olabilir, o başka mesele. Ama Tanpınar, meseleleri çözmek bir yana, doğru da koyamıyor.”

Şüphesiz buradaki “meseleyi doğru koymak” konusu ayrı bir tartışma. Ama şu bir gerçek ki Huzur bugün hâlâ hakkında en çok konuşulan romanlarımızdan. Yazarı hep gündemde. Onunla ilgili seminerler düzenleniyor, dergilerde soruşturma ve dosyalar hazırlanıyor, kitaplar basılıyor. Tanpınar pek az romancıya nasip olabilecek bir şekilde hatırlanıyor, tartışılıyor. Ben, dediğim gibi, edebi bir eserde konunun nasıl anlatıldığı ile ilgileniyorum ve “Aydınlığın bütün sazları güneşin veda şarkısını söylemeye hazırlanıyordu” gibi cümleleri oldukça itici buluyorum. Yani romanda, demek istiyorum. Yoksa şiirlerini severim Tanpınar’ın. Notos’un Müzik ve Edebiyat dosyasından sonra şiir kitabını da edinmiştim.

– VI

Bir de şu dikkatimi çekti: Orhan Pamuk, Huzur’dan yaptığı alıntıları yorumlarken “Tanpınar’ın cümlelerine hakimiyeti kuvvetli değildir” diye de yazmış. Acaba “Benimle fazla uğraşmayın, biraz da başka yerlere bakın” mı demek istemiş?

Mesut Barış Övün