Evet, bir distopyayı yaşıyoruz, ama öyleyse, her distopyanın göğsünde bir ütopya taşıdığını da biliyoruz. Bu yüzden, distopyanın içinde yaşadığımızı düşünüyorsak, elimizi yüzümüzden çekmeliyiz, işimiz var, başka türlüsünü hayal etmemiz gerekecek…

Arzu Eylem

Pandemi sadece yaşam koşullarımıza dokunmadı. Doğallığında düşünme biçimimizi de etkiledi. Yaşananlar ve yaşanacaklar hakkında komplo teorisi üretmeden duramıyoruz. Ne gerçek ne yalan… Ayırt edemiyoruz. Çünkü kendimizi inanılmaz güvensiz ve güvencesiz hissediyoruz. Dünya değişiyor, değişecek… Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Herkesin hemfikir olduğu görüşse şöyle: “Bir distopyanın içinde yaşıyoruz.” Öyleyse bir geniş tanımla bir kurmacanın, özelde bir romanın içindeyiz. Belki Woolf’un Bayan Brown’u değiliz… Öyleyse kimiz? Winston mı, Julia mı, Shevek mi, John mu, Bernard Marx mı, Lenina mı, Alfred mi, Guy mı yoksa Connie mi?

Distopya romanlarını bir araya getirip bakmadan önce, distopyanın anlamına mı bakmalıyız yoksa? Distopyanın içinde yaşamak ne demek? İyi düşündük mü bunun üzerine, ağzımızdan öylesine mi çıkıverdi bu cümle? Böylesi bir tanımlama doğru mu? Eminsek söylediğimizden, doğru diyorsak, daha büyük bir sorumluluğun altına girdik demektir. Sorumluluk, Sartre’ın, “İnsanların çıplak ayakla dolaştığı bir dünyada yazarın görevi ayakkabı yapmaktır” dediği şey sanki. Ayakkabı yapmayı öğrenmemiz gerekecek. Şaka şaka… Demek istediğim, bir distopyanın içinde yaşıyorsak, karaları bağlamamalı, hayal etmeyi sürdürmeliyiz. Yani öylece durup bekleyemeyiz. Distopya, “neredesin ütopya” diye bağıran, diğer değişle ütopyasını arayan bir serhoştur aslında.

Yunanca hecelersek “dys + topos + ia”: Kötü, hastalıklı yer manasına gelir. Yer işareti taşısa da 20. yüzyılla beraber distopyalar, ütopyalar gibi zamansal bir anlam da kazanmaya başlar. Dolayısıyla “distopyanın içinde yaşıyoruz” sözü anlamsız bir ifade değil. Tam tersine, hem yer hem de zaman açısından günümüz yaşamını karşılıyor. Ama burada atladığımız bir şey var. Distopya, anti-ütopya demek değil. Yani kötü yer iyi yeri kovmuyor aslında. Kötü yer, iyi niyetlerle kurulmuş olanın hastalanması ya da diğer bir değişle, iyi olması umulanın aksaması, iyi niyetin suiistimal edilmesi demek. Herhangi bir şeyin ütopya ya da distopya oluşu, baktığımız yere göre değişir. Birilerinin ütopyası başkalarının distopyası sayılabilir. İki durum birbirinin içine geçmiş olabilir.

Eğer biz bir distopyada yaşıyorsak, kimin ütopyasını yaşadığımızı da sorgulayabiliriz. Ütopyayı olumlu distopyayı olumsuz anlama hapsetmememiz gerektiğini de buradan anlarız. Ursula K. LeGuin bu döngüselliği “ikircikli ütopya” diye tanımlar. Thomas More’un Ütopya’sının mükemmel olmadığı, ataerkil ve köleci bir anlayış içerdiği anlaşılınca, ütopyaların anlamı değişir. Asıl sorun mükemmelli beklemek, mükemmel olmadığını görünce terk etmek midir? Yolda olmak, sürekli denemek, değişmek, değiştirmek…

Evet insanlık bir kırılma yaşadı. Reel bir tanımla, bilimin getirdiklerini medeniyet sayıp, geleceğe umutla bakan insanın atom bombasıyla katledilenleri görünce yaşadığı kırılmadan, faşizmle birlikte saf kötülükle yüzleşmekten bahsediyoruz. Her şey değişti… İyi’nin iyiliğe hizmet etmesi için iyi ellerde bulunması gerekir. Peki, bu iyi kimin iyisidir? Güveniyoruz iyiye… Tamam. İyinin iyi kalacağının garantisi var mı? Yolculuk hep ileriye doğru mu? Yoksa asıl yolculuk geri dönüş mü? Varlığa özcü yaklaşan anlayışların hızla terk edildiğini biliyoruz. “İnsan doğası” sözde kalmış bir projeydi. Herkesin çok mutlu, eşit, düzenli, güvenli bir ortamda yaşaması ütopik sayıldığından değil, ütopyanın yaşama geçmesi için gerekli koşulların sağlanmasına çabalandığında, alışkanlıkların işin içine karışması, insanlığın dünden bugüne ulaşan kültürü, güzelin ütopyasını istemeyen çirkinlerin varlığı gerçeği… Ütopyanın distopyaya uzanması, ikircikli hale gelme yolculuğu, bireyi toplumun arkasına saklayamamanın, toplumu düşünmeyen bir bireyselliğin sakatlığının sonucu. Dolayısıyla trajik bir açmazda durur ütopya. Distopya da ütopyanın içinden çıkıp gelen bir eleştiri olarak ütopyayı çağırır durur. Öyleyse biz distopyada yaşıyoruz, doğru, çünkü hâlâ inanmak istiyoruz. Ama birilerinin bize yaşatmaya çalıştığı şey aslında hayal etmemizi engellemek. Hayal etmeye karşı çıkmak anti-ütopyacılıktır. Statükoyu savunmak, ütopyayı reddetmek… Hayal kurmaya devam ediyorsak, distopyada yaşıyoruz, serhoş halde ütopyalar arıyoruz.

Hangi distopyada yaşıyoruz peki?

1984’te mi? Covid-1984 benzetmesi boşuna yapılmadı. Orwell’ın kitap alıntıları boşuna paylaşılmadı. Ama aklımızın kıyısında bir soru var: George Orwell’a yakınız, peki, Aldous Huxley’nin distopyasından uzakta mıyız? Başka bir açıdan sorarsak, Cesur Yeni Dünya’da mı yoksa 1984’temiyiz? Haz üzerine kurulmuş, bireyin bireyselliği için bir şey istemediği, uyuşmuş bir kabul alanında mıyız, yoksa iktidarın tepemizden sopasını eksik etmediği, içimizde kök saldığı, sürekli gözlendiğimiz totaliter bir dünyada mı?

Orwell ve Huxley arasında bu tartışma epey sürmüş. Birbirlerine mektuplar yazmışlar. Distopya edebiyatı diğer edebi türlerden daha hareketli bir tür çünkü. Kurmaca, kendi sınırlarında, kendi gerçekliğinde saklı kalacak diye bir kural yok elbette. Gerçekçi yazarların roman kahramanları bile romanın dışına ister istemez sızar ve gündelik hayatın anlamlandırılmasında bize yardım eder. Bu, distopyalarda –karakterler fantastik/bilimkurgu evreninde yaşamalarına rağmen– daha net karşımıza çıkar. Yazarlarını kehanetçi sayarız nedense. Teknolojinin, yaşamımızın merkezine oturmuş olması, hayatı kolaylaştırmanın dışında insanlığımızla tutuştuğu kavga, değerlerimizi tartmamıza neden olan yanı hesaba katıldığında, distopyaların turnusol kâğıdı işlevi görmesi kaçınılmaz. Daha ilginciyse distopya yazarlarının belki pek çok yazardan daha fazla yüzlerini birbirine dönmüş olması. Domino taşı gibi. Bir eseri aradan çıkardığınızda, sanki bir sonraki eser yazılamazmış hissi kaplar içinizi.

Örneğin H.G. Wells sosyalistti ama aynı zamanda bir medeniyet aşığıydı. İlerlemeye inanılmaz güveniyordu. Aldous Huxley’nin dedesi de olan hocası Thomas Huxley’den çok etkilenmişti. Medeniyetle ilgili kafası da aslında karışıktı. Yazdığı bilimsel makalelerde daha umutlu olan yazar Wells, Zaman Makinesi’nin sonunda romancı Wells olarak hayal kırıklığı yaşadı. Roman, umuduna ihanet etti. Elbette kendinden sonrakileri nasıl etkileyeceğini bilmiyordu. Yevgeni Zamyatin, Wells’in eserlerini Rusçaya kazandırırken, onca gerçekçi öykünün ardından bir distopya yazacak, sanayileşmenin, ekonomik yaşama ve dolayısıyla refaha adapte edilmiş insanlığı trajedisiyle yüzleştirecekti. Çoğu kişi onu Sovyetleri eleştiriyor diye belli bir yere sıkıştırmaya çalışsa da, koca bir yüzyılı yazmıştı Zamyatin. Totalitarizmi ve eşitlik adına vazgeçilen özgürlük düşüncesini saptarken, diğer yandan ütopyanın anlamını değiştirecek bir eser koymuştu ortaya. Her ne kadar Orwell, Huxley’nin Cesur Yeni Dünya’yı Zamyatin üstünden yazdığını söylese de, Huxley, belki de yalnızca Zamyatin’in eleştirisinden güç alarak, Wells’in medeniyetini parodileştirdi. Darwinciliğin geldiği yer, öjenik etrafında dönen tartışmalarla haz üstüne kurulmuş yapma insan projesinin vahşiliğini gözler önüne serdi. Üstelik romanda Wells’in gelecekten geçmişe götürdüğü gibi beyaz bir çiçek de yoktu cebinde. Orwell ise Huxley’nin dünyasının politik yönünü zayıf bulmuş, daha az romancı saydığı Zamyatin’in metnini savunmuştu. Elbette savunmakla kalmadı. Romanı yeniden yazdı. İngilizliğini, faşizmi tanıyışını ekleyerek, Zamyatin’in fantastik atmosferini gerçekçilikle buluşturdu. 1984’te Winston “umudum proleteryada” demeseydi Orwell bir anti-ütopya yazarı olacaktı.

Diğer yandan Huxley ile Orwell arasında kalan, ütopya/distopya edebiyatına feminist bakışı ekleyen Katharine Burdekin, bırakın kadınların ikinci cins sayılmayı, insan olarak görülmediği bir dünyayı tasvir etti. Alfred’in kafası karışmasaydı, anti-ütopya sayacaktık Swastika Geceleri’ni. Gerçi kitapta umuda neredeyse hiç yer yoktu, erkek dünyanın bir fotoğrafla ve kitapla bile dağılabilecek denli sert yapısını gözler önüne serdiği için belki de, feminist ütopyanın yolunu açtı. Ursula K. LeGuin’in “ikircikli ütopya” tanımı da buna benzer eserlerden doğdu. Mükemmellikten ziyade insanın neyi tercih edeceği sorusu önem kazandı. Bolluk, zenginlik, çeşitlilik imkânları sunan ama savaşı, rekabeti, duygusuzluğu, sömürüyü besleyen kapitalist ütopyayı mı, mülksüz ama kardeşçe yaşayan, eşit ama kısıtları olan, yorgun ama sevgiyle yaşayan, kısacası devrim olan insanların kurduğu ütopyayı mı, yoksa sürekli değişmeyi, yolculuğu sürdürmeyi, devrim yapmayı değil devrim olmayı mı, seçeceğiz. LeGuin kusursuz hayalleri gerçekliğin keskin bıçağıyla bölmeden bir arada sunmayı, diğer yandan kafa karışıklığından hep daha iyisini düşünmeyi unutmaksızın, nesnel bakışla dünyalar göstermeyi tercih etti Mülksüzler’de. Distopyacının bir eleştirmen olduğunu unutmaması gerektiğini, kâhinliği kabullenen bir yazarın derdinin sadece popülerlik olabileceğini, düşüncenin yer yer gerçekliğe değmesinde hiçbir beis olmayacağını, çünkü fantazmanın yaşamı aynalamanın bir yolu sayıldığını anlattı. Margaret Atwood, Damızlık Kızın Öyküsü’nü yazarken Swastika Geceleri’ni koydu önüne, sonuna umut ekledi. Zamanın Kıyısındaki Kadın, ütopya yazabilmenin mümkünlüğünü gösterdi bize.

Karel Çapek

Tüm bunlardan uzakta Çapek’i anmamak olmaz. Her ne kadar kanona dâhil edilmese de, Kafka kadar tanınmasa da… Zamyatin’in Biz’i ilk önce sadece iki ülkede yayımlanmıştı. Bu ülkelerden biri Çekoslovakya’ydı. Çek edebiyatının dâhisi Karel Çapek, 1920 yılında, yani Zamyatin’in Biz’i yazdığı yılda, Rossum’un Evrensel Robotları’nı kaleme alarak Tanrı öldü’nün dünyasında insanı tartışmaya açtı. Herkesin mutluluğu için çalışan insanlığın kendi sonunu nasıl getireceğini kurguladı. Diğer yandan Ray Bradbury, sansürle boğuştu. Kültürel faşizmi, baskının ara yüzlerini gösterdi Fahrenheit 451’de. Joanna Russ’ın Dişi Adam’ı olmasaydı, LeGuin, “Kahire’de Ergen Olmak”ı yazmazdı, Karanlığın Sol Eli’nin özeleştirisini yapmazdı.

Bu liste daha da uzayabilir. Bu romanlar birer “ayna” görevi görüyor. Çıplak gerçeğe bakamadığımız yerde, gerçekliğe yaklaşmamız için imkân tanıyor. Todorov, gerçeğe uygunluk’la gerçeğin sınırlarını ihlal ettiğini düşünür fantastik kavramının. Yaşamı büyüleme işinden istifa etmiş modern romanla, distopik edebiyatın kavuşmadığını bugün söyleyebilir miyiz? Çünkü biz distopyanın içinde değiliz sadece. Yüzyıldır “iyiliğimiz” için yapıldığı söylenen pek çok kötülükle boğuşuyoruz. İyilik ve kötülük arasındaki keskin çizgiyi manipülasyonla tanımlıyoruz. Maskesini takmış, sıradanlanmış kötülük hayat aleyhine suç işliyor. Anlıyoruz ki dürüstlük hiç bu kadar önemli olmamıştı. Belki de bu yüzden distopyalara yöneldik. Kara, sert, yalansız atmosferi soluyarak sıyrılmak istiyoruz kötülükten. Yalanlardan bıktık. Üstelik bir yalana inanmak da hiç kolay değilken şimdilerde.

Evet, bir distopyayı yaşıyoruz, ama öyleyse, her distopyanın göğsünde bir ütopya taşıdığını da biliyoruz. Bu yüzden, distopyanın içinde yaşadığımızı düşünüyorsak, elimizi yüzümüzden çekmeliyiz, işimiz var, başka türlüsünü hayal etmemiz gerekecek… Ya da ayakkabı yapacağız.

Arzu Eylem