Gülhan Tuba Çelik

Anneannemin evi rüzgârlı bir tepenin başındaydı. Kayalıklardan oluşan bir tepe. Evin balkonundan ve camlarından Çiçekdağı’nın geri kalanı ve az ilerideki Yerköy’ün tamamı görünürdü. Sıra sıra evlerin dizildiği o yamacın en köşedeki, en yüksek, en önü açık ve en rüzgârlı evinin sahibiydi Azime Kadın. Ona gitmek ev içlerinde zaman geçirmekten çok çıkıp tepeye oturmak demekti. Konu komşusu olsun, başka şehirlerden gelen gelinleri kızları torunları olsun herkes mutlaka otururdu o tepeye. Evin arkasındaki düzlük alan gündüzleri aşağıdaki evlerin izlendiği bir seyir terası, akşamları ilçenin ışıklarının ve karanlıktaki seslerin gizemiyle bir masal diyarı olurdu. Aşağıdaki evlerde yaşayan oğlanlardan birine o tepede âşık olmuştum. Yazın orada kaldığımız sınırlı günlerde, günün ev ve bahçe işleri bittiğinde, akşamüstü bir hevesle oturuverirdim evin arkasındaki düzlüğe. Altımda kayalar uzanırdı on, on beş metre. Hâlâ üstleri yosunlu kara kayalar. Buralar eskiden denizmiş, sular çekilmiş demişti büyükler. İyi ki çekilmiş derdim. Denizin olduğu yerlerde, kara kayaların bitip düzlüğün tamamen başladığı noktada sevdiğimin evi vardı şimdi. Her akşamüstü tepeye çıkardım onu görmek için. Anneannemin, taa İran’dan gelecek tır sürücüsü dedemi beklemesine benzemezdi beklemem. Benim sevdiğim uzaklara gitmezdi. Hepsi tek kat, bahçeli, görüş açımın içindeki evler arasında dolaşırdı genelde. Her akşamüstü evinin civarında olacağını, sesini duyacağımı bilerek çıkardım rüzgârlı tepeye. Bir romanı tamamlar gibi bir hayat kurardım ona. Sesini duyardım bazen, akşamüstleri güneşin ışığını yitirip sesleri belirginleştirdiği o zaman diliminde. Ona baktıkça büyürdü dünya, büyürdü sevgim.

Babaannemin evi köyün üst yanındaki tepenin yamacındaydı. Fındık Hanım, birkaç dönüm bahçesinde zaman geçirirdi çokça. Fındık ağacının dibindeki kuyunun yanında soluklanır, yamaca dökülmüş kayısıları toplayıp açar, söktüğü patatesleri etekliğine doldurur, fasulyeleri aldıktan sonra bir de üstüne yapışan fasulye yapraklarını ayıklar, yaz armutlarını ayrı kış armutlarını ayrı toplar, ekşi eriklerden komposto yapar, asma yapraklarını bidonlara basar, üzümlerden pekmez ve ekşi kaynatırdı. İş olmadığı zamanlarda onun dünyaya açılan noktası kapı önüydü. Kerpiç duvarın önüne yine kerpiçlerden bir basamak yapıp çamurla sıvamışlar, bir oturma yeri yapmışlardı. Saman dolu çuvallardan minderleri vardı. Günün işlerini yaptıktan sonra orada oturup güneşli ikindileri beklerlerdi dedemle. Köyün bu kısımdaki son eviydi onlarınki. Önlerinden köyün içine doğru uzanan bir yol geçer, o yol kimilerini götürüp kimilerini getirirdi. Orada oturup sevdiğine doğru bakmayı biraz da onlardan öğrendim ben. Bazen biri inerdi yukarı mahalleden aşağıya doğru. Onunla konuşup havadis alırlardı köye dair. Bazen biri belirirdi bu tarafa gelen. Onun kime benzediği, kim olduğu, kimin evine gideceğine dair uzun uzun muhabbet dönerdi aralarında. İstanbul’dan gelecek oğulları da o yoldan gelirdi, şehirden gelen kızları da. Onların arabalarına gönenerek bakarlardı motor durmadan bir an önce. Uzayan bir yolun kavuşmasını babaannemden öğrendim ben. Baktığı gibi baktım yollara sevdiğim geçecek diye. Birazdan köşeyi dönecek, önümüzdeki yola çıkıp köyün altlarına doğru inecekti. Onun başı önde, ağır yürüyüşü yine alacaktı aklımı başımdan. Öpmeyi hayal ettiğim ilk erkek olacaktı, hayalimden utansam da.

Bugün, yine bir hafta sonu kısıtlamasında, Samatya’daki evimin balkonundan denize ve sokaklara doğru bakarken neden istediğim aşkı bulamadığımı düşünüyorum. Yaşamadan koştursak da şehrin içinde, uzun uzun bakmak istediğim birileri çıkıyor aslında karşıma. Ona baktıkça genişleyen bir zamanın ve sevginin içinde kaybolmayı da istiyorum çokça. Saçlarını ayrı, ellerini ayrı sevmek istiyorum. Dünya dışarıda istediği gibi dönsün, ben sana bakarken her şeyi unuturum diyorum içimden. Tepelerden baktım saatlerce, yolların başından izledim, ben bu hengâmeye rağmen severim seni der gibi kayboluyorum gözlerinde. Olmuyor. Kimsenin vakti yokmuş gibi geliyor gerçekten. Herkes çok meşgul. Arzularken şefkat duymak zor geliyor artık. Öperken sarılmak. Severken merhamet etmek de. Başka işlerimiz var. Galerideki ekran görüntülerinde izlenmeyi bekleyen diziler ve okunmayı bekleyen kitaplar birikmiş, sanki onlar hakkında bir fikrimiz olmasa dünyayı kaçıracağız. Mubi ayrı küsüyor, Netflix ayrı. Akış hiç bitmiyor işe giderken, kafamızı kaldıramıyoruz sosyal medyadan. Bir insana dokunamadığında değil telefonu eline almadığında karıncalanıyor parmaklarımız. Ben, bu yeni yollarda en çok aşkı kaybediyorum. 

Allahtan arkadaşlar var. Bütün İstanbul’un gözleri pencerelerde kar beklediği uzun Cumartesi’de bir mesaj atıyor Murat: “Kardan daha çok hatırası yağdı be.” Bu günümüz de bu cümlenin hatırına güzelleşiyor.

Gülhan Tuba Çelik