“Rab ne isterse onu yapar,
Göklerde ve yeryüzünde,
Denizlerde ve bütün derinliklerde.”
Mezmurlar 135:6
Dostum Hercule Poirot’yu bir haftalık küçük bir tatil için St. Loo’ya gitmeye ikna etmiştim. Bir cuma akşamı Majestic Otel’e giriş yaptık. Ertesi sabah erken bir kahvaltının ardından otelin geniş terasına çıkmış, St. Loo kıyılarının eşsiz manzarası karşısında oturuyorduk. Henüz etraf tenhaydı. Terasta bizden başka öbür uçta oturan genç bir hanım daha vardı.
Poirot, sohbet açma işini genelde bana bırakırdı. O sabah da bu yönde birkaç girişimde bulunmama rağmen hepsi başarısızlıkla sonuçlandı. Dostum pek konuşkan bir gününde değildi anlaşılan. Sonunda pes edip gazetemi açtım ve onu kendi haline bıraktım. Yine de okuduğuma odaklanamıyor, sık sık gözlerimi gazeteden ayırıp ona bakıyordum. Gözlerini sonsuz denize dikmiş, sessizce oturuyor; çok seyrek olarak, yukarı kıvrık bıyığıyla oynarken hareket ediyordu. O an ne düşündüğünü anlamak imkansızdı tabii. Yine de her zaman olduğu gibi istemsizce zihnini okumaya çabaladım.
Saniyeler sonra inanılmaz bir şey oldu! Poirot’nun zihni, küçük gri hücreleri, bir kitap gibi önümde açıldı. Tüm hatıraları, fikirleri, bildiği her şey, hissettiği her şey görüş alanımın bir yarısında duruyor, o an düşündükleri de diğer yarıda akıyordu. İki yarı arasında sayısız sicim oluşup siliniyor, iki bölüm bunlarla sanki birbirini şekillendiriyordu. Ancak tüm bu yığın müthiş bir kargaşa içindeydi, neredeyse hiçbir şey anlaşılmıyordu. Korkuya kapıldım. Bir rüyada olmalıyım dedim kendi kendime. “Hayır, mon ami, bir rüya değil. En azından senin rüyan değil.” dedi Poirot.
“Aynı şeyi sen de görüyorsun ha! Bir rüyada değilsem ne oluyor o zaman? Kahvemize bir şeyler atılmış olmalı!”
“Sakin ol, Hastings. En büyük kusurlarından biri bu, çabuk heyecana kapılıyorsun. Benim bir şey gördüğüm yok. Kahveye de hiçbir şey atılmadı. Hepsinin basit bir cevabı var. Mais pas encore. Biraz daha beklemelisin.”
“Yapma, Poirot! Bu sefer olmaz, yine her şey bitene kadar beklememi isteme benden. Ne biliyorsan söyle!”
“Biraz daha düşünmeme izin ver sadece ve bu arada şu köşede oturan hanımefendiye dikkat et. Masasından ayrılmaya kalkarsa hemen durdur. Bir bahane bul, oyala.”
Dostumun dediklerine uymak zorundaydım, yapabileceğim bir şey yoktu. Belli etmeden kızı izlemeye koyuldum. Daha yirmili yaşlarda gibiydi. Kumral, kısa saçlı ve oldukça uzun boyluydu. Kum rengi pantolonu, ona erkeksi bir hava vermişti. Yine de çekiciliğinden bir şey kaybetmiyordu. Sessizce gazetesini okuyor, ara sıra başını kaldırıp denize doğru bakıyordu. Kalkarsa onu nasıl durduracağımı düşünüyor, ancak hiçbir bahane bulamıyordum. Poirot’nun karmaşık zihin haritası düşünmemi engelliyordu. Tanrıya şükür çok geçmeden dostum düşünmesini bitirdi. Bir anda ayağa kalktı.
“Vite! Gel benimle, neredeyse kalkacak.”
Hemen peşine takıldım. Terasın öbür ucuna, kızın masasına doğru yürüdük. Ona doğru yürüdüğümüzü görünce, gazetesini kapatıp bize baktı.
“Bonjour, Mademoiselle!” dedi dostum, “Önce kendimi tanıtayım. Ben, dedektif Hercule Poirot. İsmimi duymuş olduğunuzu sanıyorum. Sizinle acil bir konuda görüşmem lazım.” Daha masaya birkaç adım kala konuşmaya başlamıştı. “Müsaade eder misiniz?” dedi, boş sandalyeyi göstererek.
Kız şaşkınlıkla bir süre Poirot’nun yüzüne baktı. En sonunda, “Tabii, Mösyö Poirot, buyrun lütfen.” diyebildi.
Bir an dostumun beni de tanıtmasını bekledim. Ancak durumun aciliyetinden olsa gerek, hemen oturup konuşmaya başlamıştı. Ben de usulca yanındaki sandalyeye oturdum.

“Size kötü bir haberim var, Mademoiselle, hayatınız çok ciddi tehlikede! Hemen önlem almazsak, yarın sabah eve gelen hizmetçiniz, sizi yatağınızda ölü bulacak. Gece kız kardeşiniz kalbinize bir bıçak saplayıp ortadan kaybolacak.”
“Ne diyorsunuz Mösyö! Nereden çıkarıyorsunuz tüm bunları? Hem benim bir kız kardeşim de yok, yanılıyorsunuz muhakkak!”
“Ah, hayır Mademoiselle. Hercule Poirot asla yanılmaz, jamais!”
“Belki çoğu kez yanılmıyor olabilirsiniz. Ama bu sefer öyle değil! Hiç kimse hep haklı çıkamaz ya.”
“Ah! Fakat ben çıkabilirim! Çok kişiden duydum bu dediğinizi. Her seferinde de haklı çıktım. Ben bile şaşırırdım bunu nasıl yapabildiğime. Ama şimdi anlıyorum her şeyi. Evet, korkunç bir şeytan karşımızdaki, belki de en büyüğü. Akıl almaz acılar çektirdi onca kişiye. Ellerinde kaç kişinin kanı var.”
Poirot’ya şaşkınlıkla bakıyorduk. O da her zamanki gibi merakımızı giderme işini ağırdan alıyor, sanki sabrımızı sınıyordu.
“İzin verin ikinizin de merakını gidereyim. Bu sabah terasa çıkıp sizi gördüğüm anda içinde bulunduğunuz tehlikeyi anladım. Hatta terasa çıkmadan önce kahvaltımızı yaparken de sizi burada bulacağımı biliyordum. Ama nasıl? Normalde küçük ipuçlarını toplar, kimsenin önemseyip dikkate almayacağı detayları zihnime kaydederim. Tüm bunlar sıradan bir yürüyüşteyken veya günlük bir sohbet sırasında olur. Tüm bu görünmez işlemler… Kimsenin ruhu duymaz o sırada ama sonunda müthiş sonuçlar doğar bunlardan. Sonra bunları o çok övündüğüm küçük gri hücrelerimde işlerim. Hepsi kusursuz bir düzen ve yönteme göre uç uca eklenir, kusursuz bir zincir oluşturur. Et voila, zincirin ucunda o büyük cevap! Fakat bu sabah hiç de böyle olmadı. Sizi bulacağımı ve sizi gördüğümde de tehlikede olduğunuzu biliyordum. Ama bunu nasıl bildiğim hakkında en ufak fikrim bile yoktu. Bu yüzden yanınıza hemen gelmedim. Önce kendi soruma cevap bulmalıydım. Hastings benimle konuşmaya çabalarken ben de bunu düşündüm. Sonunda bir cevaba ulaşabildim diyebilsem keşke, ama ne yazık ki! Cevap çok sonra ve yine o kusursuz zincirimin dışından gelecekti. Benim tek yapabildiğim yeni sorular bulmak oldu. Yine de aynı cevaba sahip her yeni soru çözüme bir adım daha yaklaştırır, değil mi?
Bulduğum ilk soru, aziz dostum, senin hakkındaydı. Neden beni bir arkadaş olarak gördüğünü sorguladım. Neden bana bu kadar sevgiyle ve sadakatle bağlıydın? Görüyorsun, Hastings, pek sevilecek birisi değilim. Benim gibi kendini beğenmiş, başkalarının fikirlerini küçümseyen ve bununla beraber hep haklı çıkan birinden kimse hoşlanmaz. Uzaktan gözlemleyen biri belki hayran olabilir. Yakındakilerse, kibrimin pasif hedefleri, katlanamaz böyle birine.
Bir diğer soruysa neden benim seni bir arkadaş olarak seçtiğim. Neden her macerada seni de yanımda tutuyorum. Kabul edersin ki Hastings, çok parlak bir zekaya veya keskin bir gözlem yeteneğine sahip değilsin. Bazen yararın dokunsa da bunlar hep şans eseri oluyor. Şüphesiz daha basiretli bir ortak bulabilirim kendime. Düşününce, sana çok ihtiyacım olduğu söylenemez. Ama buradasın! Öyleyse sana ihtiyaç duyan birileri olmalı.
Fakat boşa kafanızı şişiriyorum. Bu soruların artık bir önemi yok. Çünkü cevap bu sorulardan doğmadı. Oturmuş düşünürken, buraya gelmek için ayağa fırlamadan hemen önce, bir anda zihnimde belirdi. O an çözdüğüm onlarca vakayı düşündüm, yakaladığım onlarca suçluyu. Hepsi de ne kadar masum kalıyor şimdi. Quel imbécile j’ai été! Gerçek şeytanı göremedim bunca zaman.
O şeytan, şimdi yine masasının başında oturuyor. Boynunda inci kolyesi, kulağında inci küpeler, her zaman olduğu gibi, ağzında hafif bir gülümseme; ne kadar masum görünüyor, tüm suçu önümüze attığı birkaç zavallınınmış gibi gösteriyor! Bizlerse masanın üzerinde dört boyutlu bir cismin içinde koşturup duruyoruz, ataşla tutturulmuş birkaç kağıt ya da belki bir kitapta. Tüm bunlar ne için peki? Hepsi bir eğlence! Belki biraz da para veya şöhret arzusu…
Ve yoldaşlarım, kader ortaklarım, en acıklısı da ne biliyor musunuz? Bizler, bu uyanışı bile şeytanın can sıkıntısına borçluyuz.”
Mustafa Kürşat Topal