“…Bizi birbirimize bağlayan, ortak düşmanlarımız vardı eskiden. Zamanla hepsinden kurtulduk bir şekilde. Kimini yendik, kimini unuttuk, kimini umursamayı bıraktık. Sonunda kalktık, birbirimize düşman olduk. Yaşamadık, yaşattırmadık, birbirimize dar ettik dünyayı. Yan yana ama hiç birbirimize temas etmeden, uzaktan izledik hayatı. Yaşamadık doktorum anlıyorsun beni değil mi? Yaşayamadık…”

Ömür İklim Demir’in ilk romanı Kum Tefrikaları, geçmiş ile geleceğin, kurmacayla gerçeğin, umut ile karamsarlığın arasında gidip gelen; her ne kadar kumdan, buhardan ve hayalden ibaretmiş gibi anlatılsa da belleğimizde yer edecek potansiyele sahip bir hikaye.
Tayyareciliğin Kitabını Yazmak
Yıllar önce Londra’daki Bilim Müzesinde dolaşırken, 19. yüzyılın başlarında, bazı üst sınıf İngilizler’in uçuşa merak sardığını görmüştüm. Şimdi pek komik gelen eski moda uçuş kostümleri ve havalı uçuş gözlükleriyle İngiliz asilzadelerinin pilotluk fotoğrafları süslüyordu galerileri. Sert bir rüzgârda tepe taklak oluverecekmiş gibi görünen bez tayyarelerin pilot koltuğunda ya da önünde poz vermişlerdi. Geçmiş zamanlarda bizim coğrafyamızda bu meselelerin nasıl cereyan ettiğini merak etmiştim. Ancak zihnimde İstanbul Kanatlarımın Altında filminde, Galata kulesinden Üsküdar’a doğru süzülen Hezarfen Ahmet Çelebi suretinden öte bir şey canlanmamıştı. Kum Tefrikaları, bizi yakın geçmişimizin havacılık tarihinde keyifli bir yolculuğa çıkartıyor. Dahası da var…
Ömür İklim Demir’in Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan Muhtelif Evhamlar Kitabı bir arkadaşımın armağanı olarak tesadüfen elime geçmişti. Yazarın ilk öykü kitabıydı. İlk kitapların kapağını açmanın heyecanı ayrıdır. Birinci öyküyü dikkatle okumuş, beğenmiştim. İkincisini okuyunca büyülenmiştim. Kitaptaki öyküler akıcı, sürükleyici ve ustalıklı olmalarının yanı sıra kurmacanın sınırlarını zorlayan, hiç beklenmedik bir şekilde ilerleyen, sonlanan, kesişen hikayelerdi. Okura, özellikle de tecrübeli okura, sürpriz yapmak kolay iş değildir. Öykülerin harcının bolca emek, birikim ve incelikli bir tasarımla karıldığı belli oluyordu. Nihayetinde kitap başka dillere çevrildi, Haldun Taner Öykü Ödülü, Notre Dame de Sion Liseliler Edebiyat Ödülü, Ankara Üniversitesi Öykü ödülü gibi prestijli ödüller aldı; dile kolay, on dokuz baskı yaptı.
Bu Kez Bir İlk Roman
Yazar, ilk öykü kitabının başarısının ardından, beş yıl sonra, bu kez de bir ilk romanla karşımızda. Bir söyleşisinde, uzun süredir romanı üzerinde çalıştığını okuduğumdan, Kum Tefrikaları çıkar çıkmaz sipariş ettim. Pandemi dolayısıyla kitapçıları tavaf edemesek de internetten sipariş verip kuryenin gelmesini beklemek de ayrı keyif!
Kitabın arka kapağında, “kumdan, buhardan, hayalden ibaret” bu romanın Türkiye’nin son yüz yılında dolanan, geçmişle gelecek arasında sabırla mekik dokuyan bir eser olduğuna dikkat çekilmiş. Buna ek olarak, kitabı okumak üzere eline alacak olan okurun da sabırlı olması gerektiğini belirtmek gerek.
Eserde hikâye üç ayrı bölümde anlatılıyor.
“Kum ya da Rüzgârın Eti” adlı ilk bölümde Doktor Mithat’ın “Nesquik gibi son kullanma tarihi olmayan, doğaüstü bir varlıktı. Dile kolay o güne kadar bir koca, iki evlat, biri dedem olmak üzere üç kardeş, biri babam olmak üzere altı yeğen, hısım akraba literatürünü zorlayacak sayıda insan ve tahminimce sekiz kedi gömmüştü. Beni de gömer diye düşünüyordum ama yanılmışım” diye bahsettiği Yurdagül Halasının ölümü ve Kandilli’deki köşkünü kendisine miras bırakmasıyla olayların fitili ateşleniyor. Mithat’ın halasının evinde, eniştesi Tayyareci Yüzbaşı Şevket Kemal’in günlüğünü bulması ile geçmişin kapısı aralanıyor.
“Çöl ya da Ruhunu Kaybetmiş Deniz” adlı ikinci bölümde, her ikisi de Suruç’da görev yapan Doktor Mithat ile yakın dostu Murat Hoca’nın sıradan olmasının yanı sıra hayli sıkıcı yaşamlarına paralel olarak, Şevket Kemal’in 1913-1914 yıllarındaki tayyarecilik anılarına yolculuk yapıyoruz. Özellikle belirtmek gerek ki kitabın kırılma noktası olan üçüncü bölüme dek olaylar oldukça yavaş ilerliyor. Bu kısım okura, sindire sindire, uzun soluklu ve ağır tempolu bir okuma deneyimi vadediyor. Günümüz ile geçmiş arasındaki zaman geçişleri, karakterlerin diyalogları ve anlatı üslubuyla oldukça iyi yansıtılmış. Okur, geçmişle bugün arasında gidip gelirken hiç zorlamıyor. Ancak bu kısımda, olayların akışı itibariyle durağan bir kesit söz konusu. İkinci bölümün sonunda “Hocayla ben, yani biz, biz iki meczup, iki münzevi, nehrin kıyısında yatan kayalar gibi, varoluşumuzun amacı ve belki de neticesi gereği beklemeye -beklemek de bir eylem sayılır- daha doğrusu durmaya devam ettik” diyerek iki karakterin, aslında tıpkı hayatın kendisi gibi son derece tekdüze olan yaşamlarına göndermede bulunuyor. Kitabın ilk yarısında Doktor ile Hoca’nın çatışmasız, sürprizsiz, olağan ilişkileri eserin durağan bir akışa girmesine sebep oluyorsa da “Fata Mongana ya da Bir varmış Bir Yokmuş” başlıklı üçüncü bölümde yer alan kırılma noktasından itibaren tempo birden hızlanıyor ve nefes nefese bir maceranın peşine takılıyoruz.
Kitabın ana karakteri Doktor Mithat, anne ve babasının trajik ölümünün ardından yapayalnız kalmış, İstanbul’da büyümesine rağmen oldukça uzak ve zorlu bir coğrafyaya sürüklenerek kendini hayatın akışına bırakmış biri. Suruç’da doktorluk yaparken, yalnızlığını ve varoluşsal sancılarını en yakın dostu Murat Hoca ile akşamları karşılıklı içip muhabbet ederek hafifletmektedir. İki dost arasındaki sorgulayıcı, dramatik ve çetrefilli diyaloglar esere derinlik katıyor. Mithat, Yurdanur Halanın talihsiz bir kaza sonucu vefat etmesinin ardından, kendisine miras kalan köşkü teslim almak için İstanbul’a dönmek zorunda kalır. Köşkte Yurdanur Halanın eşi Yüzbaşı Şevket Kemal’in günlüklerini bulması, Murat Hoca’nın günlükleri günümüz Türkçesine çevirerek yerel bir gazetede yayımlamaya başlaması ile iki kafadarın durağan hayatları renklenecektir. 1914 yılının İstanbul’undan başlayıp Arap çöllerine uzanan yolculuk her ikisinin de hayatlarını farklı şekillerde etkileyecektir.
Yüz Yıllık Tarihimize Havacılık Temalı Bir Bakış
Kitabın önemli bir kısmını oluşturan Tayyareci Şevket Kemal’in günlükleri yakın geçmişimize ışık tutarak Birinci Dünya Savaşı’nın hemen arifesindeki havacılık tarihimize not düşüyor. Böylece 1900’lerin başında İstanbul’da bir Tayyare Mektebimiz olduğunu öğrenirken, havacılığımızın gelişmesi için canla başla çalışan pilotlarımızı ve bu uğurda canını veren Fethi Bey gibi kahramanlarımızı daha yakından tanıyoruz. Yazarın konuyla ilgili epey araştırma yaptığı, gerçekle haşır neşir bir edebi metin yaratma çabasında olduğu anlaşılıyor. Ekler kısmında esere dayanak teşkil eden bilgilerin kaynağını görmek mümkün. Eski Türkçe kelimelerin ustalıkla kullanıldığı -günlüklerin olduğu- kısımlar belli ki uzun soluklu bir çalışmanın ürünü. Kitabın sonundaki, eski Türkçe kelimelerin anlamlarının yer aldığı sözlük, dilimizde yakın geçmişimizde kullanılan kelimelerle ilgili küçük bir hazine niteliğinde.
Sürprizci Yazar
Yazarın ilk kitabında yer alan çetrefilli, iç içe geçmiş, akla hayale gelmeyecek şekilde birbirine dokunan öykülerinin hafızamda bıraktığı iz nedeniyle içgüdüsel bir şekilde bu kitabın da sıra dışı bir şekilde sonlanacağını tahmin etmiştim. Nitekim yazar yine yapıyor yapacağını, yine okuru ters köşeye yatırıyor. Böylece, az sayıda eserle dahi kendine özgü bir üslup tutturmuş olduğu anlaşılıyor.
Biraz dün, biraz bugün, biraz Osmanlı, biraz Cumhuriyet, geçmişin hayal kırıklıkları, şimdinin umutsuzlukları, geleceğin hayalleri, her şeyi akışına bırakmışken bir anda değişen koşulların yaşamımızı bambaşka bir yöne sürüklemesi… Aşk, dostluk, yalnızlık, hüzün, görev ve adanmışlık üzerine bir roman Kum Tefrikaları. Yazar, kitabını politik hırslar uğruna ölüme gönderilen bütün genç insanların anısına ithaf etmiş. Aradan yüzyıl geçmiş olsa dahi bazı şeyler hiç değişmiyor. Giden gittiğiyle kalıyor. Oysa ki tam da Murat Hoca’nın da dediği gibi, “Kırıldığı yerden filizlenir hayat…”
Sitare Kanşay Sarayönlü