Dünya’nın oluşumundan itibaren (50 Milyon yıl hata payıyla)
4 milyar 540 milyon 874 bin 673. yıl, 5. Gün:
OTOMATİK PORTAKAL
1962 yılında yayımlanmasından günümüze dek en çok okunan kitaplar arasında yer alan Otomatik Portakal, bir gençlik öfkesinin ve bu öfkenin yarattığı, yaşlılara ve kadınların ırzına yönelen şiddetin romanı. Kubrick tarafından sinemaya da uyarlanmış olan, kültürel ögelerin görünür biçimde öne çıktığı ama evrenselliğinden de bir şey kaybetmeyen yapıt, geniş kitlelerin ve kitapseverlerin ilgisini çekmiş ve kültleşmiştir.
Kitapta, modern dünyada insanın mekanikleşerek, kurup bırakılan bir oyuncak gibi oraya buraya toslar hale getirilmesi ironiyle anlatılıyor. Otomatik Portakal’ın distopikliği, izleğinde yatıyor: Bireyi otomatikleştiren ister bir toplum düzeni olan devlet, isterse devlet muhalifleri olsun; yöntemlerinin birbirine benzediği böyle bir dünya, öleni de öldüreni de kendine kurban etmektedir: Devletin yarattığı huzurun insan hayatıyla ilgisi olmadığı gibi, özgürlük adına savaşanların hedefinde de insan hayatı bir önem taşımaz.
Kitabın sonunda, hayatın kendisinin dizginleri ele aldığını ve zaman denilen acımasız katille işini bitirdiğine tanık oluruz.

Romanda anlatıya dair, yadırgadığım yerler var:
1. Romanda, alt sınıftan bir ailenin, 15-18 yaşları arasına tanık olduğumuz oğulları Alex’in öyküsü anlatılıyor. ‘Sadık’ anlatıcımız Alex olunca kitabın baştan sona okuyucuya bir yabancı dil gibi gelen argoyla dolu oluşu şaşırtıcı değil, ama bu üslup sürdükçe kabak tadı veriyor. Benim gibi, romanda altı çizilecek cümleler arayanlar için hayal kırıcı.
2. Tuhaf olan, –tüm iddiasına karşın– söz konusu mekanikleşmenin ipuçlarını bulamamamız. Mekanikleşme teması romanda kendine yeterince yer açamıyor.
3. Nedense, romanın orta bölümü durgun ve sıkıcıdır. Yazar da bunun farkında ve postmodern bir edayla anlatıcıya “hoşlanmıyorsunuz ama, merak etmeyin bu çok uzun sürmeyecek” gibi bir şey söyleterek okuyucuyla arasını bozmamaya çalışır. Handiyse, “Sabırlı olun kitabı elinizden bırakmayın!” gibi bir uyarı.
4. Alex’in yaşından ve hayat tarzından hiçbir zaman beklenmeyecek derinlikteki müzik bilgisi, romanın arkasındaki yazarla –ki yazarın hayatında müziğin önemli bir yer tuttuğu biliniyor– baş karakterin yer değiştirişini fena halde duyumsatıyor. Sanırım, müziğin romanda yapısal bir önem taşıması nedeniyle, okurdan bu ayrıntıya göz yumacak kadar anlayışlı olması bekleniyor.
Yapıtı kendinden büyük yapan, Rus edebiyatının Sartre’a varoluşçuluğu esinlediği gibi, Anthony Burgess’in romanının da felsefeye ve bilime görev veriyor olması. Şiddetin kaynağında modern hayat mı, yoksa Doğa’nın içimize bıraktığı ve gençlikte patlayan bir saatli bomba mı var? Şiddeti insan doğasıyla mı, yoksa insanın kurduğu toplumsal düzenin birey üzerindeki etkisiyle mi açıklayacağız? Edebiyatın işlevi, bu tarz soruları sordurmak ve gerisini diğer araştırıcı alanlara bırakmak değil midir?
7. Gün:
MEZAR DEYİP GEÇME
Bir Avrupa gezisinde, şehir mezarlığında dolaşmaya ve ilginç bulduğum mezar taşlarının fotoğraflarını çekmeye birkaç saat ayırdım. Mezarlığın yeni açılmış kısmında, henüz yokluklarının acısı dinmemiş ölülerin gevşek toprakları üzerine o gün konmuş tazelikteki demet demet rengarenk çiçeklerin aralarından geçerek mezarlığın tepesine doğru tırmandım.
Sayılı adımlarımın, kısa bir mesafe katetmeme karşın beni bir kaç asır öncesine götürdüğünü mezar taşlarının önce heykele ve giderek anıta benzemesinden anladım. Fotoğrafı ciddiye alanlar bilir: Fotoğraf çekerken düşünmek yerine sezgiyle davranılır. Parmak ucu deklanşör üzerindedir ve kaç kez bastığınızı bilemezsiniz. Gezi sonlanıp otele veya eve dönüldüğünde, çekilen fotoğraflar gözden geçirilirken umulmadık sürprizler günün yorgunluğuna değer.
Geziden döndüğümde, bilgisayarımda fotoğraflarımı yeniden düzenlerken, o mezarlıkta çektiklerimden biri beni şaşırttı. Büyük bir mezar taşında, bana doğru uzanan ve avuçlarında birer küre tutan iki el kabartması dikkatimi çekti. Kürelerin üzerinde Latince olduğunu düşündüğüm yazılar vardı. Kabartmanın altında, yıpranmış ve aşınmış, yer yer yosunlaşıp siyahlaşmış mermere uzunca bir yazı kazınmıştı.
Latince bilen ve kendisini her konuda rahatsız edebileceğim kadar samimi olduğum öğretim üyesi arkadaşımı üniversitedeki işinin yoğunluğu arasında aradım. Yüzsüzce yüzüne söyleyemeyeceğimi telefonda dile getirerek, uzmanlığına olan ihtiyacımın benim merakımı gidermekten başka bir amaç taşımadığını ona söyledim. İsteğim, ellerdeki kürelerin üstünde ve mezar taşında yazılanların ne olduğunu öğrenmekti.
Bir kaç gün sonra, ondan aldığım elektronik postada şunlar yazıyordu:
Merhaba,
Hep böyle tuhaflıklar bulursun. Şimdi çık bakalım işin içinden!
Yaşadığı tarihler okunamıyor, ama yaşlanamadan ölen birinin mezar taşı olmalı. (Ölüm cezası almış veya intihar etmiş de olabilir) Adı çok silik. Bir erkek olduğu mezar taşının tasarımından anlaşılıyor. Ellerdeki kürelerin birinde ‘Suçluluk Yükü’ ve diğerinde ‘Utanç Yükü’ yazıyor. Alttaki yazı da soruyor: “Tartımda hangisi daha ağır basar? Suçluluk mu, utanç mı?” Ve devam ediyor: “Beni genç yaşımda ölüme götüren (ölüm kayığına bindiren gibi bir şey yazılmış) suçluluk duygusu mu, yoksa bu duygunun yükünü birisiyle paylaşmamış olmam mı? Duyduğum şiddetli utanç duygusunun, suçluluk duygumu paylaşmamı önleyen rolünü…(burada okunamayan bir kaç sözcük var) öleceğim gün olan bugüne kadar anlamış değilim. Anlamak için, Araf’ta terazilerin en hassasına sahip olan yüce Tanrı’nın yargısını bekleyeceğim.”
Mezar taşı yazıtı Nietzsche’nin bir sözüne hak verdirmeyecek gibi değildi: “…ağırlık, kefe, ve tartımı yapan üzerine kavga etmeden yaşamak isteyen tüm canlıların vay haline!”
10. Gün:
EĞER GİDEBİLSEYDİM
Eğer gidebilseydim, çarşının kalabalığını özlediğimi daha ilk insan dalgasıyla karşılaştığımda anlardım. İlerde sağda, ben lisedeyken bir sürü eski gözlük camı alıp, Halil Rıfat Paşa’daki evimizin balkonundan, aramızdaki Körfez’in öfkeliliği ve sevecenliliğiyle bir yakınlaşıp bir uzaklaşan Karşıyaka’daki evlerin perdelerinin renklerini bile görebildiğim, kartonları kıvırarak iki-üç metre boyunda güçlü dürbünler yapmamı sağlayan gözlükçünün tezgahındaki mercekler değişmeden duruyor olurdu. Daha da ilerde caminin arkasına doğru, ünlü esnaf lokantasını bulur, menüde trança şişi arardım. Dar sokaklarında karşı karşıya ve yanyana dizilmiş küçük dükkanlarının önüne attıkları taburelerine oturan esnafın alışık sözlerle birbirlerine yılışıkça takılmalarına kulak verirdim. Köşedeki tatlıcıya uğrar, supanglemi hindistan cevizli değil “Sade lütfen!”li ısmarlar, kaşığımla önce çukulata kaymağını tırtıklardım. Karadut suyu ve demirhindi içtiğim büfeleriyle, dondurmacıları ve satılabilecek hemen her şeyi satan işportacılarıyla Kemeraltı’nda sanki ben onda gezmiyormuşum da, o bende geziyormuşçasına sarhoş edici bir gün geçirirdim. Güneş, Balçova yönünde, İzmir’li gençler arasında ‘Marilyn Monroe Tepeleri’ adıyla anılan ikiz tepelerin arkasından çoktan batmış, körfezde deniz yaldızlı bir griliğe bürünmüş olurdu.
12. Gün:
Özgürlük kendi aklına, kölelik başkasının aklına hizmet etmektir.