Ütüyü gömleğin kollarında gezdirirken bir yandan da buhar veren düğmeye iki defa bastı Salim. Ütü masasının kenarında duran çay bardağındaki yarım rakıyı kafasına dikip tek yudumda içti. Gömleği şöyle bir kaldırıp kırışıklık var mı diye sağına soluna baktı. Hiç olmadığı kadar kendinden emin bir hareketle askıya taktı. Jilet gibi olmuştu işte. İkinci gömleğe geçmeden önce canı bir sigara içmek istedi. Yemek masasının üzerinde dünden kalan, kapağı açık bırakıldığı için artık asidi kaçmış yarım şişe kola, zeytin çekirdekleri, bayatlamış yarım poğaça, çay tabağının içinde sararmış ve kurumuş beyaz peynir parçaları duruyordu. Hemen yanlarında da sigarası. Paketin içine baktı. Dört tane kalmıştı. Sokağa çıkmam gerekecek diye düşündü birini yakarken. Ağzında sigarayla buzdolabına yürüdü. Neyse ki rakının devamı vardı. Çay bardağının üçte ikisine rakı doldurdu. Kalan boşluğu da musluktan akan suyla doldurup taşmasın diye bardaktan bir yudum aldı. Balkon kapısının aralığından süzülen güneş ışınları, anne kolları gibi onu sarıp sarmalıyordu. Rakısı ve sigarası elinde balkona çıktı.

***

“Ayfer’i arasam? Alo yerine 59 57 desem daha keyifli konuşur mu?” Çok da matah bir espri sanki alo yerine telefon numarasının son rakamlarını söylemek.

“Ama çocukken gülüyordu buna.” Çocukken insana dünya başka görünür. Bunun seninle bir ilgisi yoktur.

“Peki, şimdi şu balkondan aşağı düşsem?” Düşmezsin, hiçbir felaket planlı olmaz. Ummadığın zaman olur.

“Benim ölümüm felaket mi? Kimin için ne kadar önemliyim? Belki abim için bir dram olabilir mi bu?” Her ay ona para gönderiyorsun, sen ölürsen bu parayı alamayacağı için üzülür bence.

“Olsun, abimi yine de seviyorum.” Herkesin birini sevmesi gerekir. Normal insanlar böyle yaşar. Birini sever. Kan, aile, bağlar… Önemli bunlar. Sen de onlara benzemek için birini sevmelisin tabii.

“Başarılı o. Kendine bir hayat kurdu. Evlendi. Kızı oldu.” Hangi hayat? Karısından boşandı ve Ayfer’i arada bıraktı.

“O kadın ona göre değildi ki.” Ha ha! Bu kadın ona göre sanki! Haklısın. Yanında durmasının tek nedeni sadece güven duygusu olabilir mi? Hayata karşı korkuları yüzünden, sadece yanında birinin varlığını istemek, teklikle başa çıkmak için…

“Yeter!”

***

“59 57”

“Güzelim merhaba…”

“Ben iyiyim, evdeyim. Bildiğin gibi işte. Sen nasılsın?”

“Haklısın, yoğunsun. İşler nasıl?”

“Gelecek misin İzmir’e? Belki yazın ha?”

“Tamam, tabii… Yoğunsun biliyorum. Tabii tabii kapat, sonra konuşuruz yine. Ben de öperim.”

***

Buzdolabını açtı. İki yumurta gördü. Bulaşıkların arasından çıkardığı tavayı soğuk suya tuttu. Dibine yapışmış kalıntıları tırnağıyla biraz kazıdı. Tezgâhın kenarında bir litrelik plastik yağ şişesinin dibinde kalan son damlaları tavaya döktü. Tava ısındıkça, yağın ortada toplanmasını seyretti. Yumurtaları kırdı. Biraz tuz ve karabiber dökmek istedi. Karabiberi göremeyince ondan vazgeçti ama tuzu bolca döktü. Tavayı koymak için kola şişesini kenara çekip masada yer açtı. Dünden kaldığı için bayatlamış yarım poğaçayı yumurtanın sarısına bandı ve tek seferde ağzına attı. Asidi kaçmış kolayı kafasına dikti. Kısa sürdü karnını doyurma faslı. Ütü masasını balkona yaklaştırmaya karar verdi. Uzatma kablosu buldu. Kabloyu prize takmadan önce ikinci sigarasını yaktı. Ütünün buhar haznesine mutfak çeşmesinden su doldurdu. Bunları yaparken elindeki sigarasını hiç bırakmadı. Buzdolabından yine rakıyı aldı, bu sefer suya yer bırakmayacak kadar koydu. Sigaranın uzayan külünü ütü masasının üzerinde duran kül tablasına kadar dökmeden taşıyabileceğini sandı. Ancak uzayan külün bir kısmı, tabağa varamadan yere düştü. Kalan kısmını da parmağının bir hareketiyle aynı yere çırptı. Ütü masasının başına geçti. Sigarayı kül tablasının oyuğuna sıkıştırdı. Eline geçen ilk pantolona, ilk tişörte, ilk gömleğe, ilk… Ütüyü bastı. Çay bardağındaki rakıyı başına dikti.

***

“Hayatta yaptığım en iyi şey bu olmalı.” Ütü mü?

“Evet ütü! Ne olmuş yani?” Hiç giymediğin gömleklerin askılarda dolap içlerinde jilet gibi asılı durmasının sana ne faydası var?

“Şu an beni oyalıyor ama.” Abinin evine gidip onun gömleklerini ütülemelisin bence. Akşam yemekleri için masaya otururken, senin ütülediğin gömleklerden birini giyse, üstten iki düğmesini açık bırakıp her hareketiyle birlikte parfüm kokusu gömleğin kollarına, boynuna, sırtına yayılsa, karısı onu hayran hayran izlese. Böylece bu yaptığın bir işe yarasa. En azından ütülü gömleği üzerine giydiğinde ona “ne kadar güzel oldun,” diyen bir karısı var, ya senin? Kimin var senin?

“Ayfer var. Abim var.” Ayfer! Ha ha! Demin aradın işte. Amca sen nasılsın derken bile “nereden çıktı şimdi bu telefon” diyen ton. Cevabını bilmek umurunda olmasa da sorulan o soru. O sorunun hep aynı tonu.

“Acaba seviyor mu beni?” Beğenmiyor seni. Seni cahil, köhne, bağımlı buluyor.

“Nasıl bu kadar eminsin? Sigara ve içkim yüzünden mi?” Hayır, sadece onlar değil. Bu rutine bağımlı, karar almaktan çekinen, kendine bir hayat kuramamış, bu evden dışarı çıkacak olsa karşılaşacağı dünyayla baş etmeye korkan bir zavallı! Varlığı ya da yokluğuyla kimsenin hayatında bir şey değiştirmeyen korkak!

“Korkak mı? Bu yaşamı seçmek acaba korkakların işi mi? Bu evde bu yalnızlığı yaşamak, onların seçtiği yaşamdan daha mı güvenli? Daha mı kolay?” Seçmek? Sen seçtin mi bu yaşamı? Kendine seçenekler sunup o seçeneklerin arasında ruhuna en iyi gelen buydu da bu yüzden mi seçtin?

“Bilmiyorum bir seçim yaptım mı? Ama şundan eminim, benim yaşadığım bu hayat sayesinde onlar da kendi hayatlarını daha rahat yaşadılar. Valide ölene kadar benimleydi, Ayfer’in üniversite masrafları, abime evini yaptırırken gönderdiğim paralar. Şimdi bile ona emekli maaşımdan para gönderiyorum. Bunlar da mı kıymetsiz?” On ayakkabısı varken on birincisini senin gönderdiğin parayla almak abini mutlu ediyordur elbet.

***

Ütü masasının ve evdeki koltukların, hatta evdeki kumaş kaplı tüm mobilyaların, unutulmuş yanık sigaralar yüzünden delik deşik olmuş yüzeyleri gibi delindi düşünceleri. Ütüyü gömleğin yakasından nihayet kaldırdı. Yakanın üzerinde sapsarı bir iz kalmıştı, biraz daha tutsaydı dumanlar çıkmaya başlardı. En iyi bildiğin işi bile yapamıyorsun bak işte! diyen iç sesini susturmak için son bir telaşla çay bardağını kafasına dikti. Buzdolabının önüne geldi. Boşalan çay bardağını şişenin dibinde kalan rakıyla doldurdu. Bir damla bile kalmadığına emin oluncaya kadar baş aşağı sallayarak şişenin kıçına iki defa vurdu. Balkona çıktı. Öğle güneşi gözünü kamaştırdı. Karşı apartmanın balkonunda yaşlıca bir kadın gördü. Çiçekleri suluyordu. Onu seyretmeye başladı.

“Gömlek nasıl olmuş valide hanım? Ayfer’in bütün ütüleri tamam.”

Valide hanım cevap vermedi. İçi beneklenmiş renkli gözleriyle, Salim’in şu an durduğu balkondan, şu an baktığı apartmana doğru uzun uzun baktı. Bir sürü kuş döne döne uçuyordu. “Leylek mi bunlar?” dedi. Salim, annesinin baktığı yere doğru baktı. Leylek ya da kırlangıç ya da neyse neydi işte. Bir kuşun havalanması kadardı o evde konuşulan en canlı mevzu. Yemeğini yedin mi? Aç mısın? Ekmek var mı? İlacım bitmiş. Kumandayı gördün mü? Aç mısın? Ne pişireyim? Kapı mı çaldı? Maaşımı çektin mi? Abin aradı mı? Aç mısın? Ayfer’in arada geldiği hafta sonları da olmasa yaşadığını unutacaktı bu evde. Yurttan gelirken getirdiği, içi kirli giysilerle tıkış tıkış dolu çantayı açıp içindekileri yıkayıp ütülemek, sonra ütüsü bozulmadan çantaya yerleştirip Ayfer’i üniversitenin yurduna yolcu etmek, sahneye çıktığı anlar gibiydi.

Çiçekleri sulayan kadın diğer elinde cep telefonuyla konuşmaya başladı. Yaşlı kadın konuşurken bazen dikleşiyor, duruyor, dinliyor sonra gülerek bir şeyler anlatmaya devam ediyordu. “Sana da oğlum,” dediğini duydu telefonu kapatmadan önce.

“Sağ ol oğlum.”

“Söylerim oğlum.”

“Öperim ben de oğlum. Allahaısmarladık.”

Eskiden neler konuşuluyordu bu evde diye zihnini biraz daha zorlayıp hatırlamaya çalıştı. Yüz kelime içine sıkışmış bir hayatın darala darala vardığı yer “Aç mısın?”, “Hayır, valide, bir daha bu soruyu sorma bana, aç olursam yerim.”, “Leylek mi onlar?”

Israrla cevap vermeden çarpıp kapıyı gittin o gün değil mi? Hâlbuki o soru, becerip de söyleyemediği bir sürü şeyin özeti gibiydi. Sadece duyduklarına mı inanırsın sen? Onun gerçek ölümü bu sorulara cevap vermediğin anlarda olmuştu, bunu hiç düşündün mü?

“Düşündüm, çok düşündüm hem de. Annem olsaydı şimdi her şey farklı olurdu belki.” Annen olsa mı? “Annem olsaydı hayatım böyle olmazdı,” demek bayat bahane. Annen öleli yıllar oldu.

“Evlenirdim belki, yani o ısrar ederdi ille de biriyle evlenmem için. Ben de belki onca ısrardan yılıp bir gün, kim olduğu çok da önemli olmayan biriyle evlenirdim.” Abin gibi…

“Evet, abim gibi…”

“Oh! Sustun! Sana karşı neden hep savunmadayım ki? Ben daha büyük bir şeyin peşinde koştum; daha farklı. Aşksa aşk işte bunun adı. İçimiz birlikte coşsun istedim. Öyle biri olsun ki şu siktiğim hayata katlanabilmek için tek çaremiz birbirimizin gözlerine bakmak olsun istedim.” Öyle biri yok Salim!

“Yok! İşte o yokluğu bildiğim için evlenmedim ben! Benim bu yalnızlığımın o boktan evlilik içindeki abimin yalnızlığından daha sefil olduğunu kim iddia edebilir bana? Parfüm kokan, ütülü bir yalnızlık onunki. Paslı. Her akşam aynı televizyon programında kesişen hayatların paslı tadı. Nasıl olduğunu anlamadan kölesi haline geldiğin kurallar. İnsan kendi kurallarının nasıl esiri olur? Üstelik abim o kuralları kendi bile yazmamıştı. Karısının kurallarının kölesi oldu. Şu içtiğim rakının yanında güzel bir tabakta beyaz peynir ve taze yapılmış bir tabak fava yemek için mi?” Taze yapılmış bir mezenin olması, rakı için de senin için de güzeldir Salim.

***

“Eline sağlık Salim. Bu işi senin kadar iyi yapan yok. Yengen bile. Şuna da bir ütü vursana Salim.”

Abisinin sesiydi bu. İşte nihayet etrafında dönen sesler kelimelere dönüştü. Rakı, kafasını bulandırmak yerine berraklaştırdı. Böyle olurdu bazen. “Salim’e söylesene çoraplarını değiştirsin, ayaklarına yapışmadıysa tabii, kokudan salona girilemiyor!” “Bu hafta sonu için bilet aldım, Salim’e söyler misin bize gelip köpeklere baksın.” “Salim, yengenin arabasının servis zamanı gelmiş, müsaitsen götürsene randevu alıp…”

Camlara perde niyetine yapıştırdığı renkli defter kaplarından bir tanesinin ucundaki selobant açılmıştı. Onu fark etti. Yapıştırmadan önce sehpanın üzerinde duran votka şişesine gözü takıldı. Aynı çay bardağına bu sefer de votka doldurdu. Paketteki üçüncü sigarayı yaktı. İstese buraya çok güzel perdeler takabilirdi. Bir şeyi yapabilme konforu, yapma eyleminin önüne geçiyordu belki de. Nasıl olsa yapabilirim, bir gün yaparım diye yapılmayan onlarca şey, eşittir bir yaşam. Bu düşünceler hep rakı yüzünden.

Kesif rutubet kokusunu sigarayla birlikte içine çekti. Yatağına sendeleyerek gidip sırtüstü uzandı. Tam karşı duvarında ABBA’nın bir konser fotoğrafının, ahşap üstüne yapıştırılmış tablosu duruyordu. Yanında da Boney M. çıplak vücutlarının üzerinden geçen zincirler, başlarındaki simli bandanalar, üç kafa büyüklüğünde kabarık ve kıvırcık saçları. Saçları… Bateri çaldığı gençlik günlerini düşündü. Grubun adı neydi? Kalekel… Kraker… Krater… Evet Kraterler. Ayfer’i götürürdü bazı konserlere. Solistlerin böyle renkli, tüylü, taşlı giysilerine büyülenirdi küçük Ayfer. Küçükken, büyükler gözlerinde dev gibidir çocukların. Dev Amca. Hızlı geçen, ışıltılı günlerin dev Salim Amcası. Valide hiçbir zaman kabullenmemişti bateri olayını. “Davulcuya kaçan kızların kötü kaderi değilim ben valide. Ben ABBA’daki Benny’yim. Sen hiç bateri çalarken izledin mi beni? Gurur duy benimle, bakın bu çalan benim oğlum de.”

Olmayacak şeyler istediğinin farkına varmasına ramak kala çişinin geldiğini hissetti. Dönen başını zorlukla kaldırarak tuvalete yürüdü. Tuvaletin girişindeki keskin sidik kokusuyla biraz gözünü açtı. Sendeledi. Kapağı tam açamadığı için çişin bir kısmı ayaklarına geldi. Önemsemedi. Önemseyecek durumu da yoktu zaten. Pantolonunu zorlukla yukarı çekti. Fermuarı kapatamadı. Salona geri dönerken ütü masasının üzerinde duran çay bardağını gördü. Başına dikti, boş bardağı yere düşürdü. Anında tuzla buz oldu bardak. Sigara yanıklarıyla delik deşik olmuş koltuğa çöktü. Nuray mı o fotoğraftaki? Evet, Nuray’dı o kadının adı. Davulcuya kız verilemeyeceğine ikna olduğu ve bu yüzden muhasebeci olarak işe başladığı ofiste tanımıştı onu. Bu fotoğrafı Nuray’ın haberi bile olmadan çekip bir öğle yemeği molasında ona vermişti. Yemek sırasında onu görmüş, tepsisini oturduğu masaya koymuş “Bu senin için,” diyerek Nuray’a fotoğrafı uzatmıştı. Şüphesiz, dışarıdaki güneşli hava da yardımcı olmuştu bu cesaretine. Şaşırmıştı Nuray. Fotoğrafın arkasında çekildiği tarih yazıyordu. Tarihin yanında da şablon cetvelle yazılmış muntazam bir yazı: “Nuray’a Sevgiler, Salim.” Gülümseyip teşekkür etmişti alırken. Sonraki fotoğraflar ilk fotoğrafın verildiği an kadar şaşırtmadı Nuray’ı. Kendisine âşık bir adam olduğunu bilen, bununla tuhaf bir güven duyan, bakışı şımarmış, sigara içişi değişmiş, pozlara hesapçılık bulaşmış, böylece Salim’in gözünde saflığını yitirmiş bir Nuray.

Yerdeki cam kırıklarından biri ayağına battı. Kanı da acıyı da umursamadı. Başı dönüyordu. Koltuğun üzerinde duran sigara paketinde dördüncü ve son kalan sigarayı gördü. Çakmağı çaktı. Yanmadı. Yine çaktı. Yanmadı. Birkaç defa denedi. Yandı. Ayfer’in çocukken o çok sevdiği dönen lambaya gitti gözü. İncecik, beyaz plastik tüylerin ucunda, renkli ışıklar yanan, her dönüşte ucundaki ışıkların rengi değişen lamba. Tüm ışıkları kapatıp bu dönüşümü birlikte izledikleri geceler. Işıklar şimdi de kapandı. Gerisi yoğun, boğucu bir duman, kör karanlık.

“Amca, amca!” Ayfer’in sesiydi bu. Gelmişti işte sonunda. İşlerini bırakıp onu görmek için buradaydı. Nefesi kesilir gibi mutlu oldu onu görünce. “Amca bak bir valiz giysimle geldim. Yıkayalım ve sonra ütüler misin her şeyimi? O kadar güzel ki senin elinden çıkan bu pırıl pırıl gömleklerle okula gitmek. Amca çık buradan, elimi tut, çıkalım. Bu evde boğuluyorsun. Balkona çıkaracağım seni, haydi kalk, elimi tut, benimle gel, sana ihtiyacım var, amca!”

Öznur Unat

Çizim: Yiğit Abdullah