İbrahim Halil Çelik

Yüzümde eski hatıralardan kalma bir iz, yaşanmış varsayılmayacak kadar önemsiz nice anı. Feribot yanaşamıyor. Sular çekilmiş. Bir yolcu diyor, kıtlık geliyor. Bu, bize az bile. İtiraz ediyorum. Bu çok şey diyorum. Bu, çok şey. Bu, bize fazla. Herkes senin kadar güçlü değil yolcu. Ona yolcu diye hitap ediyorum, bozuluyor. Kaldır kafanı, sen kimsin? Yüzüme bakıyor. Bu köy minibüsünde yabancısın sen, diyor. Feribot nerde, diyorum. Kimse duymuyor. İyi ki köprü yapıldı. Yoksa feribota binmek için sıra bekle dur! Geceye kalırdık. Feribot yok mu, sular çekilmişti hani? Homurtulu dizel motorun sesine karışıyor sesim. Araç tekliyor gibi oluyor. Şoför, hay allah, noldu şimdi, diyor. Tedirgin sesi bana dokunuyor. Diken üstündeyim. Senin yüzünden demelerinden korkuyorum. Dur burada, dur dur dur. Dursana be adam! Araba köprüye varıyor. Feribot iskelesi geride kalıyor. Camdan bakıyorum. Barajın suları çekilmiş. Feribot yok. Bir kayık bağlanmış köhne iskeleye. Yağmur bugün de yağmadı, diyor bir yolcu. Feribot nerde, diye soruyorum. Cevap bir uğultudan başka bir şey olmuyor. Biri vardı, saçları siyah. Buralı, tanırsınız. Daha önce bir konfeksiyoncuda çalışmış İstanbul’da. Sonra buraya gelmiş apar topar. Üstteki bagajdan takırtılar geliyor, diyor bir kadın. Sinirleniyorum. Dur, diyorum, ineceğim! Bak, birkaç damla yağmur düşmeye başladı, diyor aynı kadın yolcu. Göğe bakıyorum, bulutlanmış. Kara bulutlardan damlalar düşüyor. O olsaydı ıslanırdık onunla bu yağmurda. Beraber. Bir klişe, iğne ucu gibi batıyor kalbime. Vazgeçtim, diyorum. Yalan söylüyorum hâlbuki. Kaçırdığım onca fırsattan sonra onunla çölde bir damla suya muhtaçlığa bile vardım. Bu yalan değil. Klişe de değil. Dikiz aynasından şoförle göz göze geliyoruz. Cam açık mı kalmış, bi baksana, diyor. Arka koltuktan biri camımı kapatıyor. Abi ben hallederdim, sana zahmet olmasaydı, diyorum. Şoföre rica ederim, diyor arka koltuktaki adam. Ben burdayım, beni görsenize diyorum. Az önce bana sen kimsin, diye soran yolcuya dönüyorum. Bir kızla sohbet ediyor. Demek sen onlardansın ha. Ben de diyorum bu kızın köy minibüsünde ne işi var diye. Hatta azıcık da bozuldum sen böyle geç cevap verince bana. Sırıtıp devam ediyor. Kusura kalma kızım, çıkaramadım ilkin. Yaşlılık işte. Son kapının üzerime kapandığını anlıyorum. Ayağa kalkıyorum. Nissibi Köprüsü’nü çoktan geçtiğimizi görüyorum. Kapıya gidiyorum. Açılıyor kapı. İniyorum. Galata Kulesi karşımda. Şaşırıyorum. Eminönü Meydanı’nda telaşlı bir kalabalık. Balık ekmek satan tezgâhlarda insanlar sıraya girmiş. Nerdesin be, diyorum. Adını unutmasam, ah unutmasaydım. Bulurdum seni. İstanbul’daki tekstil atölyelerinde arasam bulur muyum? Bulurum tabi. Yüzü o ilk haliyle gözümün önünde çünkü. Yanımdan geçen birine, kardeş diyorum. İstanbul’daki konfeksiyoncular nerededir? Her yerde kardeşim, diyor. Şaşırmıyorum. Doğru, her yerdeler. Nerden başlamalı aramaya. Galata Köprüsü’ne doğru yürüyorum. Adımımı atar atmaz minibüsten indiğim yerde buluyorum kendimi. İyi diyorum, İstanbul’da aramaktansa bu dağ bayırda aramak daha kolay. Köprünün yayalar bölümünde yürüyorum. Feribot iskelesi karşımda. İnsanlar can çekişiyor yalnızlıktan. Koşa koşa geçiyorum köprüyü. Arabalar ne yavaş. Hepsini solluyorum. İşte buldum seni. Demek buradaydın. Ne çok aradım seni. Bir bilsen. Az önce İstanbul’a gittim. Kalabalıktan çok korktum ama. Korkunca köprüye yürüdüm. Buraya geldim. Bilirsin köprüler engelleri aşmak içindir. Köprüm sendin. Dolandım durdum ama hep yanlış yerlerde. Yanlış kişilerle. Elimi uzattım, bir boşluk. Korkutan bir sonsuzluk önümde. Ucunda kimsesizlik. Üzerime yapışıyor bu kimsesizlik, ne yapsam çıkmıyor. Doğum lekesi gibi. Lakap gibi. Kaç yıl geçse de aradan, öyle hatırlanmak var. Buna yazgı diyen var. Doğrusunu bilen yok. Beni en çok yalnızlığımdan vurdular. Vuracak yerleri iyi biliyorlar. İnsan sarrafları. Ha, sen niye konuşmuyorsun? Küstün mü bana? Çağırayım mı Latif Doğan’ı. Düet yaparsınız, olmaz mı? Ama susma böyle. Susup da beni tanımlanmamış bir duygunun içine atma. Kıyamet demezler de tutar delirmiş derler. Desinler, bu serzenişim ondan değil. İzahı zor şeylere mecbur etme beni. Bu, bir noktadan sonra zehirden başka bir şey değil. Konuşsana. Konuş. Bırak şimdi sükûtun altın oluşunu. Her şeyden önce söz vardı. Bilmem hangi kutsal kitapta yazar bu. Bu inançla konuş benle, bu bahaneyle. Elimi uzatıyorum, bir ıssızlık doluyor avuç içime. Gözlerim bu ıssızlıkta aşinası olduğu bir yüz arıyor. Nerede bu? Feribot dumanını savura savura yanaşıyor iskeleye. Nereye kayboldun sen? Bu feribot nerden çıktı! Hafif bir rüzgâr esiyor, ağaçların kurumuş yaprakları düşüyor yere. Ağaç, duman, feribot, hışırtı, zehir, yokluğun. Kelimelerden bir kule. Şaşaalı.

Narkozun etkisinde hâlâ, diyor bir ses.

Ne narkozu be, uydurma şimdi. Dediklerime mantıklı bir açıklama olamaz narkoz! Beni kelimeler doğurmuş, istediği gibi büyütüyorlar. Mesele bu, narkoz değil!

İbrahim Halil Çelik