Kınık’ta bir zamanlar havuzlu memur evleri vardı. Havuz dediysem yüzme havuzu filan değil; fıskiyeli, pinpon toplu şırıltı havuzu. Elin işe yatkınsa, taş dizmeyi, derz atmayı, üstüne de sunturlu bir kalıpla çakıllı çimento dökmeyi becerebiliyorsan bugünün parasıyla birkaç yüz liraya mâl edebilirsin.

Bu keyif görgüsünün Kınıklı memurlara nereden ve nasıl bulaştığını bilmiyorum. Belki birbirlerinden görüp özendiler, belki de Yahudi ailelerinin, bağ sahibi Rumların bir göreneğiydi. Bu havuzların cafcaflısı asıl Güneydoğu’da, özellikle eski Urfa konaklarında, Arap evlerinde yaygındır ki Didem Madak bir şiirinde yüksek duvarlarla çevrili avlulardan bahsederken bu havuzları da anar.

Kınık’ta benim gördüğüm en şık havuz, dava vekili Kâtip Ahmet’in havuzuydu. O yıllarda adliyede uzun yıllar çalışanlara, belli koşullarla davalara girme hakkı tanınırdı, yarı avukat sayılırlardı; Ahmet Amca da bunlardan biriydi. Havuza gelince… Küpe çiçekleri, begonyalar, yaprağıgüzeller, karanfillerle kuşatılmış üç avuç su… Fıskiyesi kalp gibi atar. Hayriye Hala meze getirir, Kâtip Ahmet kadehi tık diye havuz taşına vurur. Hoş bir taşra tembelliği; radyo hep açık.

Bizim nispeten büyükçe ve derin iki havuzumuz vardı; ikisi de şık değildi. Biri zaten yıkıntı halindeydi. Bu yıkıntı halinde olan, muhtemelen su şebekesinin olmadığı yıllardan, bahçe sulama işi de gören artezyen kuyusundan kalmaydı ki ben bunun sefasına yetişemedim. Sanırım en son dedem Hafız Hüsnü yetişmişti; suya gömülüp keyif çattığı aile içinde anlatılır dururdu. Diğer havuzun sefasınıysa biz çocuklar sürdük ki o havuz da sulama havuzuydu. İki ablamla ve Hasan Asma’yla içinde çırpınır dururduk. Radyo yine her daim açık. Neler mi çalınırdı? Ajda Pekkan o zamanlar da vardı tabii. Timur Selçuk, Ertan Anapa, Cem Karaca; bunlar ilk aklıma gelenler. Timur Selçuk’un Ayrılanlar İçin’i altmışlı yılların sonunda bile sıkça çalınıyordu. Sonunda “bir derin sızı kalır,” der ya, ablalarım bu cümleyi “birbirimizi sıkalım,” diye terennüm ederlerdi. Radyodan müzik dinleme işi biraz böyledir. Geriye alıp dinleyemezsiniz, gelir geçer; artık aklınızda ne kaldıysa… Ama genel olarak dinleyicinin bir fikir sahibi olabilmesi için işe yaramadığı da söylenemez. Yirmili yaşlardayken kapısını çaldığım, az zamanda çok şey öğrendiğim -o yaşlarda böyle şeyler mümkün olabiliyor- bir Nebean Soner hocamız vardı. Yaşlıydı, asker emeklisiydi. Klasik dinlerdi ama başka bir cihazı olmadığı için mecburen radyodan dinlerdi. “Melodik, armonik hatları izleyebilmek de yetiyor,” derdi. Bu ifade, gelişmiş dinleme cihazlarının olmadığı “postmodern” devir öncesine aitmiş gibi görünse de bugünün dijital dinleme mecralarını da bir parça anlatmıyor değil.

Nebean Hoca yalnız bir adamdı. Evinin kapısını kapatmaz, aralık bırakırdı. “Ölürüm, kalırım, cesedim kokmasın,” derdi. Maden İş sendikasının İzmir şubesinde koro çalıştırır, araya kendi şarkılarını da serpiştirirdi. Bunlardan biri Nazım’ın Küba’da katıldığı gençlik festivalinin coşkusuyla yazdığı bir şiirdi. Bir marş olarak müziklenmişti, sanırım bir yerde kaydı yoktur. Hatırladığım kadarıyla aha şuraya karalıyorum. Bir gün belki birinin işine yarar.

1960’ların Kınık’ına dönecek olursak; evler, bahçeler, sokaklar ve insanlar halinde bir taşra fotoğrafından ibaret…

Bizim evde, Kınık’ın birçok evinde olduğu gibi tek bir odada yaşanırdı. Banyo niyetine kullanılan kapılı, yüksekçe, niş irisi girinti bu odadaydı. Ocak bu odada tüter, çocuklar bu odada uyurdu. Kışları anamla babamın uyuduğu odaya bu odadan mangalla köz taşınırdı. Duvarda, bez kılıfı içinde bir Kur’an-ı Kerim asılıydı. Bir de duvara gömülü küçük bir büfe vardı ki içindeki cam bardaklardan biri bugün bile yaşıyor. Anama gittiğimde rakıyı hâlâ bu cam göbeği kadehten içerim. Diderot’nun eşyalara olan bağlılığımızla ilgili bir yazısını hatırlıyorum. Galiba Diderot’nundu, yanlış hatırlıyor olabilirim; bir Pergamo halısını anlatan bir şeydi. Bu bağlılıklar, bu ilişkiler insan hayatında her devirde aynı anlamı taşıyor gibime gelir. Bir akrabalık çeşidi, yakınlık biçimi, bir tür eski zamana aidiyet… Halamın, bildiğimiz döküm kızartma tavasına “karakız” dediğini hatırlıyorum. Bir insan bir tavaya niye isim koyar ki? Canı olmayan bir şey, patates filan kızartıyorsun. Kimi filozoflar bunu ölü sevicilikle de ilişkilendiriyor ya ben o kadar ileri gidip her duruma uygun bir genelleme yapamayacağım. Halam yalnız bir kadındı, çiçeklerle de konuşurdu. Tavaya isim koymak herhalde bir ihtiyacını gideriyordu.

Ev içlerini, odaları burada bitirelim. Onlar kışları yaşar, baharda ölürlerdi. Üçüncü odamız konsollu, koltuklu, soğuktu; zaten hep ölüydü.

Sonra baharla birlikte bahçelerin ve kedilerin zamanı başlardı. O zamanlar yakın çevremizde, ev içlerinde, odalarda yaşayan kediler yoktu. Bahçelerde yaşarlardı. Sayıları bazen onu, on beşi geçerdi. Daha da çoğalırlarsa bir biçimde uzaklaştırır, bir derenin, bir akarsuyun öte yanına taşırdık. Suyu geçince bir daha dönmeyeceklerine, başka bir bahçeyi sahipleneceklerine inanılırdı ki bunun gerçekten işe yaradığına hiç şahit olmadım. Hırsız Kuyruksuz’la Peren, baharda bizden önce bağlara göçerlerdi; gittiğimizde onları orada bulurduk. Peren ninemden yadigârdı. Adı sanırım Perihan’ın kısaltmasıydı. Bugün de iki kedimizden biri aynı adı taşıyor. Bütün tekirler gibi piç mi piç.

***

Taşra denen kelime, her kavram gibi bir genellemeler manzumesi oluşturmaya, sosyologların, politikacıların filan işini kolaylaştırmaya yarar. Yoksa her taşranın gerçekliği kendine özgü bir fotoğraftır ve bazen merkeze doğru kendi kadrajının dışına da taşar. Bunun tersi de doğrudur; bazen merkez de kendi kadrajının dışına taşar. Geçen zaman söz konusuysa eskimiş şeyler, şehirlerin elli sene, yüz sene önceki halleri, o şehirlerde yaşayanların ilişkileri bir biçimde hep taşradır. Aklıma Zihni Küçümen’in Ortaköy anıları geliyor. O anıların zaman içinde bizlere uzaklığı, İstanbul’u da bir taşra haline getirir.

Bir de Ömer Seyfettin’le başlayan dilin taşrası var tabii; kadraja günlük söyleyişi, konuşulan dili sokan edebiyat… Bu fotoğrafa çok kafa sığar. Arkada durduklarına bakmayın, seyredince kendinizi görmüş gibi olursunuz. Karagöz hikâyeleri, Nasreddin fıkraları, Ahmet Rasim’in, Salâh Bey’in yazdıkları, argolar, mahalle çığlıkları; kısacası edebiyatın keyifli taşrası… Yakın zaman için Metin Kaçan’ı, birçok mizah dergisini, Rap müzisyenlerinin bir kısmının söylediklerini bu haneye yazabiliriz.

Ezcümle, taşra deyip geçmeyelim ve genellemeyelim. Zaman her şeyi başka bir şeye, bazen de kendi karşıtına dönüştürür ki edebiyatın, şehirlerin, zamanın ve hatta siyasetin hikâyesi bunun örnekleriyle doludur.

Hüsnü Arkan