2020 yılında hiç televizyon izlediniz mi? Peki film? Ah, izlediniz demek. Bana kalırsa, bu yıl ekranda izlemesi en keyif verici yapımlar su götürmeksizin “Teenage Bounty Hunters”, “Ted Lasso”, “What We Do in the Shadows” ve elbette ki “The Great” (işte şimdi benim hakkımda her şeyi biliyorsunuz). Fakat burasının bir edebiyat sitesi olduğunu göz önünde bulundurarak, 2020 adını verdiğimiz bu tuhaf ölüm sarmalında küçük ve büyük (!) ekranlarda izlediğimiz, en iyi on edebi uyarlamaya karar verebilmek için LitHub çalışanlarının yardımlarına gereksinim duydum. Her biri birer uyarlamayı yazdı. Ve işte karşınızda, 2020 yılının en iyi on edebiyat uyarlamasını sizlere sunduğumuz liste.

Emily Temple

“The Outsider” (HBO, 12 Ocak)

Stephen King’in aynı adlı romanından uyarlanan bu mini dizi, televizyon tarihinde izlemiş olduğum en acımasız ve korku verici yapımlardan. Senaryosunu Richard Price’ın kaleme aldığı uyarlama, Amerika’nın Georgia Eyaleti’ndeki Cherokee City’de işlenmiş, genç bir çocuğun vahşice katledildiği cinayete dair bir soruşturmayla açılıyor. Cinayetin faili olarak kasabanın yerel takımının koçu Jason Bateman tutuklanıyor ve hikâye buradan sonra gitgide daha rahatsız edici bir hâle bürünüyor. Açılış sahnesini bir kenara bırakırsak, aslında dizi boyunca çok az şiddet içeren sahneye maruz kalıyoruz. Bunun yerine dizi boyunca seyirciye anlatılmak istenen olgu, eskilerden gelen, anlaşılmaz derecede gaddar bir varlığın, gündelik yaşantıya yavaşça sızması ile birlikte kendi halinde yaşayan bir grup insanın zarar gördükleri bu duruma karşı -olan biteni güçlükle kavrıyor olmalarına rağmen- mücadele etmek adına bir araya gelebilmeleri. Oyuncuların performansları büyük ölçüde sakin, doğal ve eşit oranda mükemmel. Yine de bütün ekibin arasından sıyrılıp, yalnız ve olağanüstü gözlem yeteneklerine sahip bir özel dedektif rolünde izlediğimiz, adeta büyüleyici bir ustalıkla karakterine hayat veren Cynthia Erivo. (Dan Sheehan)

“Briarpatch” (ABD, 6 Şubat)

Ross Thomas’ın 1984 tarihli romanından uyarlanmış olan Briarpatch dizisinin ilk bölümümün başlarında Allegra Dill’in, memleketi Teksas, St. Bonifacio’daki bir barda kabine oturup cin sipariş ettiği bir sahne bulunmakta. Bir suç dizisi için gayet yerinde ve alışılagelmiş bir anlatım biçimi olmasına rağmen dizinin pilot bölümü “First Time in Saint Disgrace” başta olmak üzere, bu detay, dizinin anlatısını ne tür bir mesajın üzerine kuracağını izleyicilerine, seçtiği janr ve mizansen üzerinden iletmesini kolaylaştırıcı bir işlev görüyor. Sahnede garson, Dill’e cinini nasıl tercih ettiğini soruyor; meyveli mi yoksa sek mi? Rosairo Dawson’un zeki ve mesafeli bir karaktere hayat verdiği dizi, bu soruyu adım adım ele alıyor. Cini sek içeceğini söylüyor fakat bir yandan da St. Bonifacio’da kendisine birçok beklenmeyen sorunun yöneltileceğini, tuhaf ve gerçeküstü olan ne varsa hepsini kendinden emin bir şekilde kabul etmesinin uzun vadede hayatta kalma şansını artıracağını da iyi biliyor. Şu detayı da belirtmeliyiz ki Dill o barda, kısa bir süre önce arabasına yerleştirilmiş bir bomba yüzünden hayatını kaybeden dedektif kız kardeşinin davasına bakan avukatla bir görüşme gerçekleştiriyor. Bar, David Lynch ve Dolly Parton’un şatafatlı, doldurulmuş hayvan bedenleriyle süslenmiş, kırmızı plastik deriden oluşan hayallerinden fırlamış gibi duruyor. Etrafta bunaltıcı bir sıcak hava dalgası var ve otel görevlisi Frozen 2 filmi yüzünden hastalık iznine (!) ayrılmış. Kısacası, Teksas, St. Bonifacio’da anlamlandırılması gereken çokça şey gerçekleşiyor. İzleyiciler olarak bizlerden de, Allegra Dill gibi pis, sıradışı ve tuhaf olana doğru bir adım atmamız bekleniyor. Briarpatch, şaşırtıcı derecede ferahlatıcı bir izleme deneyimi sunuyor; kendisi havalı bir müşteri ve hitap etmek istediği kitleye de aynı şekilde davranıyor. (Dwyer Murphy)

“High Fidelity” (Hulu, 14 Şubat)

Nick Hornby’nin romanından uyarlanan dizi, eğer dürüst olmam gerekirse, Hornby’den esinlenildiği derecede John Cusack’ın yönettiği aynı adlı filmden de fazlasıyla esinlenilmiş bir uyarlama. Fakat bu detayın üzerinde çok durmayacağım, dizi capcanlı, seyir zevki yüksek, iyi performanslar ve harika müziklerle dolu. Bir de elbette ki, Zoë Kravitz! Dizi eğer, orijinal filme yazılmış bir aşk mektubu olarak değerlendirilebilirse, bu aynı zamanda New York’a, müziğe ve kendinizi anlamak için zaman ayırabilme yeteneğinize yazılmış bir aşk mektubudur. Bu yüzden de, listedeki yerini fazlasıyla hak etmektedir. (Emily Temple)

“Emma.” (Focus Features, 21 Şubat)

Jane Austen tarafından kaleme alınmış bir İngiliz Edebiyatı klasiği olan Emma, son olarak 90’lı yılların ortalarında çekilmiş bir adaptasyonla ekranlara taşınmıştı. Peki yirmi beş yıl sonra bu eseri yeniden aramızda görmeyi neye borçluyuz? Adının sonundaki gereksiz noktalama işareti kullanımına rağmen, Emma. görkemli, güzel ve seyir zevki yüksek. Hem sinematografik açıdan hem de kullanılan renk paletleri açısından çarpıcı ve modern bir anlatıma sahip olan dizi, Wes Anderson’nun aşikâr ama ezici olmayan etkisi altında kalmışa benziyor. (Filmde özellikle Wes Anderon ile bütünleşen o sıcak hardal sarısı renk kullanılmış; ama ben bu seçimi sinematik cazibenin kralı olan Anderson’a değil de Cher Herowitz’in Clueless filminde sarı rengi unutulmaz bir ustalıkla kullanmasına bir gönderme olarak düşünmeyi tercih ediyorum.)

Bu en yeni uyarlamasından hemen sonra, eserin 1996 tarihli uyarlamasını izlerken, geçmiş uyarlamanın yenisine kıyasla ne kadar karanlık ve kasvetli göründüğü beni fazlasıyla şaşırttı – aklımda canlı ve parlak kalmıştı oysaki. Eğer içerisine düştüğüm bu körlüğü affederseniz, yalnızca Anya Taylor-Joy’un bile tek başına modern hissettiren yüzüne ve güzelliğini dengeleyen tuhaflığıyla zenginleşen hatlarına tanık olmak bile Emma.’yı diğerlerinden daha farklı bir yere taşıyor. Film, anlatımındaki gücünü tıpkı Clueless’da yönetmenin Alicia Silverstone’un dudak hareketlerinden aldığı gibi, Taylor-Joy’un gözlerinden alıyor.

Son olarak, Emma. Paltrow’un Emma’sının ve Clueless’ın bir karışımı gibi, her ikisinin de keyif verici birçok yönünü devam ettirip, kendisine de özgün birkaç özellik de ekleyerek başarılı bir anlatıya imza atıyor. Yine de dürüst olmam gerekirse üçlü arasındaki en iyi film hâlâ Clueless. Fakat Emma. eli yüzü düzgün, zekice kurgulanmış, kendisinden önce gelen dönem uyarlamalarını geride bırakıp ikinci sıraya kurulabilecek kadar da zengin bir yapım. Sosyal medya üzerinden Austen hayranı olan yeni nesilin ve eski bir hikâyeyi yeni bir çerçeve içerisinde izlemenin hoşuna gideceğini düşünen herkes için mükemmel bir film. (Emily Temple)

“Normal People” (BBC/Hulu, 29 Nisan)

Hulu’nun merakla beklenen, Sally Rooney romanının uyarlaması olan Normal People, Lenny Abrahamson’ın Hettie Macdonald ile yönetmenlik koltuğunu paylaştığı, toplam 12 bölümden oluşan bir dizi. Her ne kadar birkaç kısım üzerinde fazla durulmamış da olsa, Normal People orijinaline son derece sadık kalınmış ve aynı ölçüde seyir zevkine sahip bir yapım. Connell (Paul Mescal) ve Marianne (Daisy Edgar-Jones) birbirlerinden büyük ölçüde etkilenen ve aynı zamanda birlikte olmalarının önüne sürekli bir engel koyan iki genç insandır. Dizi çoğunlukla bize kitabı okuyormuşuz gibi hissettiriyor ve bunun kasıtlı bir seçim olduğunu kolaylıkla tahmin edebiliyoruz. Görünüşe göre, oyuncular ve yönetmenlerin uyarlamaya yaklaşımı, romanın adeta kendilerinin kutsal kitapları olduğu yönünde.

Fakat metnin orijinaline böylesine sadık kalmış olması elbette ki Normal People’ı mükemmel bir dizi haline getirmek için tek başına yeterli değil. Birçok kişinin de belirttiği üzere, dizideki seks sahneleri –ki her iki karakterin tümüyle çıplak olduğu bu sahneler oldukça fazla– beklenmeyen bir ölçüde ustalıkla kotarılmış; hem oyunculuk hem de sahneleme açısından karakterlerin savunmasız ve incinebilir halleri başarıyla izleyiciye aktarılmış. Ki bu tür bir anlatıma herkesin ihtiyacı olduğu kanaatindeyim. Marianne ve Connell kitapta ve uyarlamada birbirlerine gizemli bir şekilde çekilmektedirler; bu duygusal olduğu kadar cinsel bir çekimdir ve ardından sürekli şu gerçeği hatırlatma ihtiyacı duyar: “diğer insanlarda bu böyle değildir.” Bu sağlama doğrudur ve tam da bu nedenle seks sahneleri daha gerçekçi bir hâle bürünür, bu da anlatının hikayenin temel kaygısını iletmede daha etkili olmasını sağlar: bu iki insan arasında alışılmadık türden bir bağ vardır ve etraflarında şekillenen dünyada bu bağ, herhangi başka bir şeyden daha kalıcıdır. İtiraf etmesi güç de olsa, uyarlamayı romanın kendisinden daha etkileyici bulduğumu söyleyebilirim ve bu hissim büyük ölçüde oyuncuların performanslarından kaynaklanmakta. Her iki başrol de kusursuz bir şekilde oyunlarını vermekteler fakat Mescal, daha önce ekranlarda görmeye pek de alışık olmadığımız türden bir karakter olan Connell’ın kederini ve zihin bulanıklığını gayet inandırıcı bir şekilde izleyiciye geçirmeyi başarıyor. (Emily Temple)

“Lovecraft Country” (HBO, 16 Ağustos)

Matt Ruff’un romanından uyarlanan dizi, izleyicisine gizemli imalarla dolu anlatısı, esrarengiz sürprizleri ve çağdışı muazzam dizi müziğiyle tuhaf ve beklenmedik bir seyir deneyimi sunuyor. Hiçbir zaman doğaüstü korku türünün bir hayranı olmamama rağmen diziye kendimi fazlasıyla kaptırmam bende bazı anlarda büyük bir şaşkınlık yarattı. Diziye dair kafa karışıklığımın büyük bir kısmı, diziye çoğu zaman yönünü veren değişik ve düşsel “mantık”dan kaynaklanmakta.

Aynı zamanda bu uyarlama Siyah Amerikanların deneyimlerinden alınan ve bolca göndermenin içerisinde bulunduğu tarihsel anlatı açısından da bir hayli zengin. Bu yüzden, Langston Leauge tarafından yaratılan Siyahların tarihleriyle değişimlerinden bahsetme amacı güden bu bölüm bölüm yayınlanan gayri resmi ders müfredatını keşfetmiş olmaktan son derece memnunum: “Siyah yazarların, Siyah müzisyenlerin, Siyah film yapımcılarının, podcastlerin, zanaatkarların, liderlerin ve bize karşı bir ayna işlevi gören tüm Siyahların emeğini yüceltmeyi bir görev biliyoruz.” (Jonny Diamond)

“The Good Lord Bird” (Showtime, 4 Ekim)

Ethan Hawke’ı yıllar geçtikçe daha da ustalaşan performanslar içerisinde izlediğimiz yapımlardan bir diğeri olan James McBride’ın kaleme aldığı ve kendisine Ulusal Kitap Ödülü’nü kazandıran romanından uyarlama The Good Lord Bird mini dizisi, kölelik karşıtı John Brown’ın hikâyenin merkezinde yer aldığı her şeyin keskin ve bıçak sırtı bir düzlemde tarihsel eleştiriyle ele alındığı, dönem kıyafetlerinin demodeliğini modern zaman duyarlılığının önemsizleştirdiği, titizlikle işlenmiş bir olgunlaşma öyküsü. (Emily Temple)

“Martin Eden” (Kino Lorber, 16 Ekim)

Martin Eden’in yönetmen Pietro Marcello tarafından İtalyancaya uyarlanacak olmasının ciddi bir ucuz edebiyat işi olup olmayacağı konusunda kararsız kalmıştım. Biraz yaltakçılık içerecek Amerikanvari bir uyarlamayla karşılaşma ihtimalinden korktuğumu itiraf ediyorum. Bu endişemin film yapımcılarıyla hiçbir ilgisi yoktu ama genel olarak romandan uyarlanan filmlere ve özellikle özgün anlatıyı kökünden söküp yerine farklı bir hikaye koymaya çalışanlara dair kendi içimde büyüttüğüm bir şüphe vardı. Ancak Marcello’nun Jack London’ın kültleşmiş romanına uyguladığı ince yorum, Martin Eden’i Napoliten bir denizciye dönüşen başarısız bir dökümhane işçisi olarak (en azından nihai başarısını elde etmeden önce) konumlandıran bu İtalyan uyarlama en başından beri içimde olan bütün şüpheyi haksız çıkarmaya yetiyor.

Martin Eden zamanın herhangi bir noktasında keyifli bir seyir deneyimini bizlere sunabilecek kalitede bir film fakat her birimizin işimizle ve hayattan aldığımız zevkle olan ilişkilerimizi yeniden değerlendirdiğimiz şu günlerde, tuhaf bir şekilde fazlasıyla dokunaklı bir hikayeye sahip. Daha da önemlisi, film aynı zamanda yazarın hayatıyla da ilgili kendi başına yeterince iyi olup olamayacağına dair bir soruşturmaya girerek anlatısını daha da ilginç kılıyor. Hayatın kâr etme güdüsünden kaçıp kaçamayacağı bir soru olarak şöyle dursun, film bizi neden belirli yaşam tarzlarını ve beraberlerinde getirdikleri tuzakları önemsediğimiz noktasında kendimizi sorgulamaya yönelttiğinden, son derece ilginç bir anlatıya sahiptir. Savaş başladığında, ölüm kapıya dayandığında ve aşk gelip geçtiğinde, kalem –ya da daktilo– neye karşı mücadele edecektir? (Aaron Robertson)

“The Queen’s Gambit” (Netflix, 23 Ekim)

Walter Tevis’in aynı adlı romanından uyarlanan dizi, bir anda herkesin satranca ilgi duymaya başlamasının altında yatan neden, değil mi? Evet, bu listedeki başrolünde Anya Taylor-Joy’a yer veren ikinci edebiyat uyarlaması olan The Queen’s Gambit, muhteşem (dizideki kıyafetler! manzaralar!), zekice kurgulanmış (ilk başta tavandaki satranç tahtasından nefret edeceğimi düşünmüştüm ama itiraf etmeliyim ki bir süre sonra hoşunuza gitmeye başlıyor) ve temennilerimizi gerçekleştiren (dizide hiç kimse o kadar da cinsiyetçi görünmüyor, öyle değil mi? Bu doğru olamaz…) ayrıcalıklı bir yapım. (Emily Temple)

“Between the World and Me” (HBO, 21 Kasım)

Ta-Nehisi Coates’in 2015 tarihli eserinden uyarlanan 90 dakikalık film, oyuncularla bir dizi farklı yerde –evlerinde, arabalarında, arka bahçelerinde, Howard Üniversitesi’nde– her biri Coates’in filme adını veren kitabından pasajlar okurken çekilmiş bölümlerden oluşuyor. Bu monologlar, Coates projesinin payını artırmak için arşiv görüntüleri ve videoları, sanatsal animasyonlar ve çağdaş klipler arasına serpiştirilmiş. Örneğin, Coates’in West Baltimore’daki çocukluğunun tekinsiz zamanlarını anlattığı an, Amerikan rüyasının görsel ikonografisi (yani Brady Bunch, beyaz ergenlik, banliyö yaşamı) ile güçlendirilmiş. Filmde aynı zamanda Malcolm X’in konuşmalarının klipleri ve merhum Chadwick Boseman’ın Howard Üniversitesinin 2018 mezunlarına yaptığı konuşma da yer alıyor.

Her bir oyuncunun, Coates’in oğluna yazdığı fazlasıyla kişisel mektubu okuduğu sahneler film boyunca filme adını veren “Between the World and Me” metni herkes tarafından paylaşılan bir yük ve kolektif bir koro halini alır. Coates’in bu kitabı Siyah bir bedene sahip olmakla ilgili sorunları fazlasıyla irdelemekte ve bu yüzden de izleyicilere böylesine yakın, ellerini uzatsalar dokunabileceklermiş gibi hissettirmesi hiç de şaşırtıcı gelmiyor. Filmin anlatısının da yardımıyla Amerika Birleşik Devletleri’nde Siyahların görünmez varlığının farkına varmamız işten bile değil. Aynı zamanda film, Siyah nüfus içindeki benzersiz farklılıkların –yani queerlik, trans kimlik vb.– farkında olmayı izleyiciye şart koşan bir anlatıma da sahip. İnsanların Siyah karşıtı olmalarının nedenleri farklılık gösterse de filmin en başında hitap edilenler kişiselleştirildiğinde –bazı oyuncular cümlelerine “Sevgili oğlum,” yerine “Sevgili kızım,” veya “Sevgili kardeşler,” diyerek başlamaktadırlar– ya da Mahershala Ali’nin boğazı düğüm düğüm eden bir pasajı okumayı bitirdikten sonra gözlerinden akıttığı yaşlarla, aslında baskıda bir çeşit tekdüzeliğin olduğu gerçeği seyircilere kolaylıkla aktarılır. Donald Trump’ın başkanlığının yükselişini gördüğümüz ve buna katlandığımız beş yıldan sonra, Coates’in kimilerine göre modasının geçmiş olduğunu düşündüğü kitabının hâlâ geçerliliğini koruduğunu görmek fazlasıyla üzücü bir farkındalık olabilir. Ama aslında bu, daha iyi bir gelecek adına devam eden mücadelenin ve gittikçe genişleyen dayanışmanın gücünün bir kanıtı niteliğindedir. Film, Breonna Taylor’un annesinin yürek parçalayan bir konuşmasıyla sona eriyor – bu da izleyiciler olarak bize, verilen mücadelenin yalnızca gelecek için değil bugüne kadar yitirdiklerimizin hatıralarını savunmak için sürmekte olduğunu da hatırlatıyor. Son tahlilde, bu son derece güzel film, kayıplara ve umuda adanmış bir mektup. (Rasheeda Saka)

Kaynak: Literary Hub (10 Aralık 2020)

Çeviren: Esril Bayrak