Geyik. Son altı aydır ağzından duyduğum yegâne sözcük bu. Hastalığın aşındırdığı hafızasından kalan son tortu. İlk duyduğumda “Hadi bakalım, bu sefer de buna taktı!” diye geçirmiştim içimden. Öyle ya, yıllara yayılan unutkanlığı sırasında farklı kelimeler, değişik uzunluktaki döngülerle hayatımıza girip çıkmıştı. Önce biteviye aynı rotaları takip eden konuşmalara demir atmıştık. “Gel bir doktora gidelim, hayra alamet değil bu kadar unutkanlık.” Elbette istememiş, “Bir şey yok, sen abartıyorsun; herkes dönem dönem bir şeyleri unutur.” diyerek geçirmişti.

Bir pazar sabahı, çayı demlemek için kaynar suyu demliğe boşaltırken dalmış; demlikten taşan su çayı değil, elini demlemişti. Apar topar gittiğimiz hastanede doktora durumunu anlatmış, bir zamandır içinde yüzdüğü unutkanlık denizinden bahsetmiştim. Bir müddet devam edecek tetkik sürecinden sonra doktor kesin teşhisini yalnızca bana açıklamayı kâfi görmüştü. “Çok acı çekecek mi peki?” diye sormuştum. “Aslında süreç, ondan çok sizin için zor olacak. O bir noktadan sonra ne olduğunu bilmeyecek. Bedenen orada olacak; ama zihnen, sizin tanıdığınız kişi olmaktan her geçen gün uzaklaşacak. Bir doktor olarak tavsiyem, sinir sağlığınızı korumak için profesyonel destek almanız yönünde, hem de bugünden başlayarak.”

Bu cümlelerden sonra her şey daha hızlı silinmeye başlamıştı sanki, yahut ben öyle hissettim, bilemiyorum. Diyalogların tekrar döngüsü arttıkça artmış, giderek manasız cümlelere derken kelimelere dönmüş; yeşil gözlerindeki anlam her geçen daha da silinmişti. Artık boş gözlerle etrafa bakıyor, aynı kelimeleri tekrarlayıp duruyor, sebepsiz yere sesini yükseltip bağırmaya başlıyordu. Söylediklerinin muhatabı ben değildim, biliyorum; kelimeler bana değil, boşluğa gidiyordu. Gözlerindeki anlam yittikçe onun yüzüne bakmak, onun hâlâ o olduğuna inanmak giderek daha zorlaşmıştı. Kimi zaman ona yemek yedirirken gözlerinin içine bakar, bana dair bir şeyler anımsayıp anımsamadığını anlamaya çalışırdım.

Televizyon izleme saatleri, her geçen gün daha da artıyordu. Zamanla neleri sevdiğini, nelerin onu kendine çektiğini ayırt etmeye başladım. Haberleri izlerken çok hızlı sıkılıyor, hatta bir yerden sonra sinirleniyordu. Öğle saatlerinde yayınlanan programlar hiç ilgisini çekmiyordu. Belgesel kanalları ise gözdesiydi. Özellikle doğa belgesellerinden gözlerini alamıyor, sanki içinde kaybolmuşçasına izliyordu. Son altı ayımıza damga vuran kelime de, o belgesellerden birini izlerken dökülmüştü ağzından. Geyik. İlk başta dikkate almamış, gazetemi okumayı sürdürmüştüm. Aynı kelimeyi birkaç kere tekrar edince, bir şey isteyip istemediğini anlamak için gazetenin üzerinden ona bir baktım. Ekrana kilitlenmiş, o kelimeyi söyleyip duruyordu. Gülümsedim. “Hadi bakalım, bu sefer de buna taktı!” Tam o anda gözlerini bana çevirmiş yıllardır görmediğim gülümsemesiyle o kelimeyi bana söylemişti.

Geyik. Belki bana öyle geliyor, ama o kelime ne zaman ağzından dökülse, bir zamanlar birbirimize baktığımızda yeşil gözlerinde gördüğüm parıltıyı yakalıyor, silinip giden hafızasının derinliklerinde bir yerden bana baktığını hissediyorum. Bu kelime, hafızasının tortusunda nerelere dokunuyor bilmiyorum; sadece, yıllardır ilk defa, bir kelimenin dilinden silinip gitmemesi için her gün dua ediyorum. Adım gibi eminim, o bir an, aynı eskisi gibi, her şeyiyle oradaydı.

Deniz Kıral

Resim: Ezgi Bilgin