1.

Futbolda “oyunu geriden kurmak” diye bir deyim var. İyi takımlar birinci bölgede uzun uzun pas yaparlar. Hazırlık pasları da denir. Bilmeyen biri, futbolcular amaçsızca top çeviriyor sanabilir, oysa arka planda sakin bir akıl saat gibi çalışmaktadır. Stoperin sol beke bıraktığı top az ilerdeki defansif orta sahaya iletilir, o da kafasını kaldırıp kendisine yaklaşan birilerini arar. O sırada ikinci ve üçüncü bölgeler kıpır kıpırdır. Uçtaki savaşçılar az sonra topun kendilerine geleceğinden emindirler. Birazdan ceza sahasına gönderilen derin bir top ya da üst üste birkaç şık pas bir anda işi tamamlar.

Bazı öykücüler de böyledir. Bir süre hiçbir şey olmuyormuş gibi olur. Diyaloglar sıradanmış, edilen laflar harcıalemmiş gibi gelir. Ama hepsi öykünün sonundaki vurucu satırlara hazırlıktır. Raymond Carver bu alanda iyi bir örnektir. Onun “Ne Görmek İsterdiniz?” adlı öyküsünü okuyun. İyi bir teknik direktör nasıl olurmuş görün!

2.

Büyülü gerçekçilik denince aklıma önce çocukluğumun Güney Amerika’sı gelir. Brezilya’nın bol ver-kaçlı, duvar paslı futbolu izleyene sihir duygusu yaşatır (veya yaşatırdı). Top yerden gönderiliyor, Dr. Socrates aniden bacaklarını açarak topa hiç dokunmadan onu diğer arkadaşına bırakıyor! Böylece birkaç kişi birden oyundan düşüyor. Topuk pasları, voleler, sağdan atıp soldan geçmeler Güney Amerika futboluna bir tür dans havası verir. İlk Dünya Kupasını Uruguay’ın almış olması anlamlıdır. Arjantin dünya futbolunun devini, Diego Maradona’yı yetiştirmiştir. Pele’den Messi ve Neymar’a, Zico’dan Ronaldhinho ve Suarez’e bereketli kıta. İşte bu gerçekçiliğin büyücüleri…

3.

Kendisi de bir futbol sevdalısı olan Uruguaylı yazar Galeano o eşsiz kitaplarından birini bu tutkuya ayırmıştır: Gölgede ve Güneşte Futbol. Bu kitap hücum futboluna övgü, iyi edebiyata bir selamdır. Eduardo Galeano eski zamanların adamıdır. Kitabında futbolun bu kaybolmakta olan büyüsünden yakınır. Amatörken her şey ne güzeldir. Bugün, hücuma dönük, gol isteyen ve göze hoş gelen futbolun yerini kaybetmemeye odaklı bir savunma savaşı almıştır. Gölgede ve Güneşte Futbol hem bir kutlama, hem bir ağıttır. Kitap, edebiyat ve futbolu aynı hamurda yoğurur.

4.

Günümüzde playmaker tanımı biraz değişti, bunu biliyorum. Ama ben sanki hâlâ Michele Platini’yi, Oğuz Çetin’i, Şifo Mehmet’i arıyorum. Çünkü benim için futbol her şeyden önce pastır. İyi düşünülmüş, incelikle hesaplanmış, şık bir pas oyunun gidişatını değiştirir. Top bu bahsettiğim tarzda bir oyuncunun ayağına gelirse siz de yerinizde şöyle bir doğrulursunuz. Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır!

Öte yandan, bence, edebiyat bu bakımdan futboldan ayrışır. Edebiyat üretimi yalnızlık ister. Sen takımdan ayrı koştuğun oranda iyi bir yazarsın. Metnini dokurken, şiirini kurarken tek başınasın. İmgelemin sadece senin için, senin içinde çalışır. Yazı veya kitap hazır olduğunda onu dünyayla paylaşmak için can atarsın. Ama işte yazarken yalnızsın, pası attığın yerde yine sen varsın.

5.

Kendine ait bir odaya sahip olan bir yazarın kendine ait bir üslubu olmasından daha doğal bir şey olabilir mi? Virginia Woolf’un anlatım tarzı pek kimseninkine benzemez, alabildiğine özgündür. Woolf anlattığı şeyi sürekli toparlar, katıştırır, önüne katar, kucaklar, ileri taşır. Mrs. Dalloway romanı, mesela, sadece bir günü anlatır ama geriye dönüşler, hatıralar, iç içe geçen kurgular ve şaşırtmalarla ilerler. Evet, bazen yeniden başlamak için geriye almak, başa dönmek gerekir. Bu bilinçli akışa futbol sahasında nasıl ulaşıldığını görmek isterseniz Jurgen Kloop’un yeniden yarattığı Liverpool’un birkaç maçını izlemeniz yetişir.

Sonra Barcelona, 90’ların Milan’ı, bir zamanların Hollanda Milli Takımı ve her daim Almanya… Virgina Woolf, “Ritim yazıda her şeydir” der ya hani, işin aslı, futbolda da durum budur. Bir ritminiz varsa, izlenirsiniz. Yoksa, kuyruğunuz çekilir.

6.

Ricardo Quaresma’nın Beşiktaş’taki son yılıdır. Artık 90 dakikayı kaldıramayan Portekizli, her hafta ikinci yarının ortasında oyundan alınır. Ama Ricardo buna uzun süre alışamaz. El kol hareketleriyle öfkesini dışarı yansıtır. Çizgiye isteksiz ve yavaş adımlarla yaklaşırken kamera zoom yapar ve biz onun barut gibi suratını görürüz. Maçı anlatan spiker durumu özlü bir sözle kayıtlara geçirir: “Quaresma oynamak istiyor!”

Yazarın tanımı biraz da budur. Bir yazar, her şeyden önce, yazmak isteyen kişidir. Laurence Sterne cümlelerini bitirmek istemez. George Simenon iki yüze yakın roman yazmıştır. Melih Cevdet Anday her türde, durmaksızın eser vermiştir. Proust’un dolambaçlı gibi görünen cümlelerinden aldığı keyif her sayfada hissedilir.

Henüz kitabı çıkmamış bir öykücü tanıyorum. Yazı ve Endişe adlı bir öyküsünde bu konuyu işliyordu. İdam edilmek üzere olan bir subay, öleceğinden değil de yazıyla olan ilişkisinin kopacağından endişe ediyordu. Öykünün son cümlesi: Acaba bir daha yazı yazabilecek miyim?

Subay sanki oyundan çıkmak istemiyordu.

7.

Bir belgeselde izlemiştim: Armando Diego Maradona çocukluğunda sokakta saatlerce top oynarmış. Hava karardığında bile kimse eve gitmez, maça karanlıkta devam edilirmiş. Bu durum zamanla Diego’ya bir yetenek kazandırmış: Topu görmediği halde ona hakim olabilmek. Karanlık sokaklarda yapılan bu maçlar küçük Diego’ya topu kimseye göstermeden karşı kaleye gitmeyi öğretmiş olmalı. E, karanlıkta oynayabilen, her yerde oynar.

İyi edebiyatçılar, şairler de sözcüklerin görünen, yüzeydeki anlamıyla yetinmez. Farklı terkiplerle, yaratıcı yakıştırmalarla kimi düşünceleri belirgin hale getirir. Her sözcük, bir fener.

8.

Şiir başkadır. Bazı edebiyat dergileri “özel bir alan” olduğunu düşündükleri için şiire yer vermezler. Bir maç öncesi soyunma odasındaki tahtanın başında oyuncularına taktik veren kurt hocayı dikkatle dinlerseniz, orada uyak, ölçü, ahenk, iskelet, sıkılık, bir aradalık, yaratıcılık, akılda kalıcılık gibi terimleri de mutlaka duyarsınız. Şiir ve Futbol arasında bir özdeşlik hep kurulabilir. Sağlam çatılmış bir atağı, kalenin içine, köşedeki ağlara zarifçe düşürülmüş bir kafa topunu, sımsıkı ve zıpkın gibi bir kurtarışı mest olarak anlatan spikerin tüm bu gördüklerini “Şiir gibi, sayın seyirciler” diye nitelemesi boşuna değildir.

9.

Bir de doldur-boşalt tabiri vardır ki pek severim. Sağ olsun, ülkemizde oynanan futbol kulaklarımızı bu tabirden mahrum etmez. Sonuçtan çok sergilenen oyundan dolayı hayal kırıklığına uğramış olan taraftarlar ertesi gün birbirlerine yakınırlar: “Ne oynadık şimdi biz, hiç anlamadım.”

Edebiyatımızda da doldur-boşalt az değildir. Sizin de bazen bir yazarı okuyup ne yazdığını anlamadım, dediğiniz olmuyor mu? Şimdi burada, raflardaki doldur-boşaltlar için örnek vermeyelim; ciddi bir uzatma gerekecektir!

10.

Tolstoy, Hugo, Nazım Hikmet… Sayıları iki elin parmaklarını geçmeyen epik kalemler. Sahanın tümüne hakimler, oyunu en iyi onlar okuyor, değişiklik nerede, ne zaman yapılır çok iyi biliyorlar.

11.

Futbol ve Edebiyat. Oynamak ya da Yazmak… İkisi de antrenman, disiplin, bol çalışma ister. Çok tekrar gerektirirler. Ülkemizde ikisinin de taliplisi çoktur. Bu temelde iyi bir şeydir. Hiç olmazsa birinde zengin olma şansınız vardır.

Mesut Barış Övün

Karabatak dergisinin 52. sayısında (Eylül-Ekim 2020) yayımlandı.