Dünya’nın oluşumundan itibaren (50 Milyon yıl hata payıyla):

4 milyar 540 milyon 874 bin 673. yıl, 17. Gün:

KÜL

“…karın üstünde kuş ayağı çiçekleri.”
Onat Kutlar

Onat Kutlar’ın henüz 26 yaşındayken tuttuğu günlükleri “KÜL”, Kırmızı Kedi Yayınları tarafından yayımlandı. Günlükler, yazarın Avrupa’da geçirdiği 1962 İlkbaharını ve Yazını kapsıyor.

Önce, Onat Kutlar’ın günlüklerini kendisi için tuttuğunu söyleyelim. Çoğu sayfalar yazarın eylemlerini ve ilişkilerini anlatıyor. Günlüklerinde, yurt özlemini ustaca saklayarak sevdiklerine duyduğu özlemi dile getiren satırlarını okuruz; bir o kadar da, sonradan üstünde düşünmek veya geliştirmek istediği edebi fikirlerinin ipuçlarını buluruz; çoğu tamamlanmamış, bütünlüğe varmamış düşüncelerdir. Bazıları, deneme tadında içinde değerli mineraller taşıyan amorf taşları anımsatan yazılar, bazıları da kristalleşmiş bir düşünceyi ortaya koyan bütünlüklü, içinden ışık saçan denemelerdir. 

Üzerinde durmak istediğim 18 Haziran gününe ait yazısı. Kül adlı romanını yazmaya başlayan Kutlar’ın tiyatro ve sinema bilgisini ve öykü yazma deneyimini (İshak) romana taşıdığında karşılaştığı zorlukla ilgili. Adeta, kısa metinler ve öykü adalarında yaşamaya alışmış bir yazarın, roman kıtasına ayak bastığındaki ilk gözlemlerini içeriyor: Eldeki harita işe yaramamakta, pusula ihtiyacı da belirmektedir. 

Ona göre, bir öyküde temel olan öğeler, imge (görsellik) ve betimleme, romanda işlerliğini kaybederek romanın ritmini bozmakta ve “eserin dokusunu sığlaştırmakta”dır. Romana “gereksiz ağırlıklar takılmakta, …asıl verilmek istenenle, parçalar arasındaki sıkı, zorunlu olması gereken ilgi zayıflamakta”dır. Yazar, sonunda roman sanatında, sonradan edebiyatın hası sayılsa da ‘edebiyat yapmak’tan kaçınması ve “anlatıcılık sanatını” seçmesi gerektiğine karar verir. Doğrudan anlatımın da, ancak oyun sanatının aracı olan diyalogla başarılabileceğini düşünür. 

Bu görüşü önemli bulmamın nedeni, günlüğün yazılışından yıllar sonra, Onat Kutlar’ın günlüklerinden habersiz olan Oğuz Atay’ın, yazdığı Tehlikeli Oyunlar romanında benzer bir anlayışın ürününü sergilemesidir. Zaten, hayatın kendisi bir tiyatro oyunu değil midir?

Günlüklerinde yazarın büyük harflerle yazdığı bir paragraf, başka yazılarında da görülen, şiir gibi güçlü bir ritim duygusu uyandırıyor. İşte, ilk birkaç cümlesi:

“TANRININ AYAĞI SIRTINDA. LANETİN TÜYÜ BOĞAZINI TIKAMIŞ. ÖLÜM BALÇIKLA SIVIYOR YÜZÜNÜ. BİRER BİRER KIRIYORLAR KEMİKLERİNİ. UZUN BİR DİREK YÜRÜTÜP BOYNUNA KADAR KUYRUK SOKUMUNDAN, KANIRTIYORLAR TATAR ATLARI GİBİ…” 

Sevdiğim sinemayı öğrenciliğimde bana öğreten insandı. Kurucularından olduğu Sinematek’e üyeydik, bir tek onun film eleştirilerini ciddiye alır okurduk. Silinmez bir iz bırakanlardandır — “…unutuşun kolay ülkesinde.”

22. Gün:

CEBECİ’DE BİR GÜN

Yenimahalle’de otururken, bir gün annem Cebeci’ye bir tanıdığımızı ziyarete gideceğimizi söyledi. Yolun uzunluğu nedeniyle böyle misafirlikler gün boyu sürer. O sırada 10 yaşımdayım. Bana, güzel görünmem için yazlık kısa ve ütülü dar bir pantolon ve ona uygun kısa kollu, üstüme tam oturan bir gömlek giydirildi. Annem de hazırlandı ve daha öğle olmadan Cebeci’deydik. 

Misafir evinde akranım yok. Canım sıkılmaya başladı. Dışarda oynayan mahalle çocuklarının beni özendiren bağrışmalarını duyuyorum. Sokağa çıkabileceğim söylendi. Hiç vakit kaybetmeden kendimi dışarı attım. Bir sürü çocuk. Aralarına girdim. Bana bir şey sormuyorlar. Benim varlığımdan hoşlandıklarını maç yapma saati gelince anladım. Takım kurmada işlerine yarayacaktım. İki eşit guruba ayrıldık. Taşlardan kaleler yapıldı. Top normal futbol topundan daha küçükçe ve biraz da ağır. Yüzüm yeni. Nazlanma lüksüm olmadığından, bizim takımda benim kalede durmam kararlaştırıldı. Asfalt üzerinde futbola başladık. Ben, topu ilk defa orada görmüş bir çocuk değilim. Mahallemizde sık sık maç yapıyoruz. Ama, Cebeci Spor’da kendimi gösteremiyorum: Hem kaledeyim hem de üzerimdeki gömlek ve pantolon futbol için hiç de uygun değil: Bedenimi sıkarak hareketlerimi kısıtlıyor. Maçın bir yerinde rakip oyuncuyla karşı karşıya kaldım. Doğrudan kaleye şut çekti. Top yerden bana doğru geliyor. Eğilip alacağım bir mesafeden geçecek. Tam eğiliyorum, “Caart!” diye bir ses; pantolonum ağından söküldü. Gömleğimin darlığından ellerimi aşağıda kavuşturamadım ve olan oldu. Bacak arasından gol yedim. Takım arkadaşlarım üstüme yürüdü. Oyun durdu. Kaçsam kaçamam. İtilip kakılmaya razı bekledim. Umduğum gibi olmadı ve o anda bana söylediklerinden beni mahalleye yeni taşınan bir çocuk sandıklarını anladım. Onlarla saatlerce beraber olmamdan böyle bir sonuç çıkarmışlardı. Yeniliğimden dolayı bana dokunmayacaklarını anlayınca rahatladım, ama içlerinden biri horozlanarak şöyle dedi: “Daha ağlamanı bile görmedik.” 

O mahallenin çocuklarına göre, onlardan biri sayılmam için beni ağlarken görmeleri gerekiyordu. Gelenek yerine getirilemedi: Akşam çökmeden evimize döndük. Acımasızlığın köklerinin ta çocukluk günlerimize kadar indiğini bilmek doğrusu pek şaşırtıcı değil.

25. Gün:

VEZİR GAMBİTİ

Yurt dışından döner dönmez, son yirmi yıldır bir iki kez görüşebildiğim, yedek subaylığımızı aynı garnizonda yaptığımız askerlik arkadaşımı aradım. Dünya bizimle birlikte değişmişti. Buluşacağımız kafenin kapısında karşılaştık. İki kahve ısmarladık. Kahveler soğuk geldi. “Ne gam! Sohbet sıcak olduktan sonra.” Arkadaşım, “İstanbul’a taşınmak için önce başka bir ülkeye taşınmana gerek yoktu” diyerek gizli bir sitemle söze başladı. “Neyse ki, daha sık görüşebileceğiz artık” dedim.

Laf lafı açtı. Kahve fincanları önümüzden alındı. Konuşacak ne çok şey vardı. Arkadaşımın Nietzsche’sinin gevezeliğinden benim Spinoza’m konuşmaya pek vakit bulamadı. Sakin bir ânımızda, “Biliyor musun, Nietzsche’yi bana sen öğretmiştin” dedi. “Öyle mi, bilmiyordum doğrusu” dedim. “Sen söylemeden önce adını hiç duymamıştım. Sonradan, Türkçeye çevrilen bütün kitaplarını okudum. Hakkında yazılanlar dahil.”

“Sen de bana Vezir Gambiti’ni öğretmiştin” dedim. Gözlerini kısarak, “Çoğunlukla piyonu almayı kabul etmezdin” dedi. “Artık çoğunlukla kabul ediyorum” dedim, gülümseyerek. “Bir gün eve gel de, satranç turnuvalarında aldığım kupaları sana göstereyim” dedi. “Beni korkutamazsın” dedim.

27. Gün:

TAVUK VE YUMURTA

Hayatta ne çok problem vardı. Ama, bunun hiç önemi yoktu, çünkü çözüm seçenekleri belirmeden problem de ortaya çıkmazdı. Diğer bir deyişle, bir problem, şu veya bu şekilde çözümünün de var olduğu bir zamanda ortaya çıkardı. Gene de, insanlar başka türlü düşünürdü; problemin varlığı, çözümünden bağımsızmışçasına algılanırdı. Halbuki, problemler daima çözümlerini peşlerine takarak gelmekle kalmaz, her çözüm yeni bir problemi de doğururdu. Hayat, problem – çözüm – problem – çözüm sarmalında ilerlerdi. Problem ve çözüm hem koşut hem de karşıttılar. Bu ilişkiye ‘Diyalektik’ adını verip konuyu daha da anlaşılmaz hâle getirenler de vardı.

28. Gün:

Dostluklarımızı çabuk unutmamıza borçluyuz; düşmanlıklarımızı da dostluklarımıza.