Sevgili Barış Bıçakçı,
Veciz Sözler’in başında bir cümleniz vardı hani, güneş olmasaydı sözcükler aydınlatırdı dünyamızı, ben bu sözünüzün, bu sözcüklerden oluşmuş cümlenizin bütün harflerine inanmak isterdim. İnanmak istemek, kabul edin güçlü bir kavrayış gerektirir. Yaşam enikonu bir kıskaca alınmıştır bunu siz de biliyorsunuz, size bildiklerinizi anlatmak değil tabii ki derdim, ben bugün geçmişimle geleceğim arasında, kelimelerle bir köprü kurmak niyetindeyim. Sizin kelimelerinizi, Murat Özyaşar’ın mutlu harf yoktur cümlesini ve bir de tabii siz seversiniz Oktay Rifat’ın “bir uykuda buldum onu otların yeşilinde duruyordu” dizesini günlerdir kendimle dolaştırıyorum. Bunlar benim neyim oluyor diyorum kendime. Ah şu insanın anlam arayışı, sözcükler de yetmiyor bazen. Ama konudan sapmamak gerek nerde kalmıştık, harflere inanmaktan bahsediyordum galiba. Görüyorsunuz ya, sözcükleri parçalamak, harflerin de arasında ne var görmek isteyen aç bir bilincim var maalesef. Bu arada siz yine bilirsiniz, Melih Cevdet’in de böyle kısacık bir şiiri var, “Bir misafirliğe gitsem / bana temiz bir yatak yapsalar / her şeyi, adımı bile unutup, uyusam” diye şahane dizelerde başlıyor bu şiir de, bu dizeleri de ellerinden tutup dolaştırmamak olmazdı, kusuruma bakmayın. Hem siz demiştiniz zaten alaycı mı olmam gerekiyor? İlle de alaycı mı olmalıyım? Ağlaya ağlaya yazamaz mıyım diyen. Şahsen buna evet cevabını rahatlıkla veririm. Öyle de yazılabilir sayın Bıçakçı, bunu bir okur küstahlığı olarak almayın lütfen, bir yazarın göz kırptığına tebessüm etmek diyelim biz buna. Siz bu “biz” lafının tehlikesini de sezdirmiştiniz gerçi, fakat bu “korunaklı zamir” varsın biraz beni gölgelesin, görünmek için henüz erken.
Siz, belki de bu gevezelik neden diye soruyor olabilirsiniz şimdi, sanırım buna verebilecek tek bir cevabım yok. Ama bir cevap vermeyi deneyeceğim gene de. Belki hemen hatırlasınız diye umuyorum “Yaz Gecesi Gökyüzü” öyküsünü. Bir yaz gecesi kamyonetin kasasına geçmiş bir yere giden karakterleriniz, sallana sallana hareket eden kamyonet, rüzgârın her yerlerini sarıp sarmalaması ve başlarının üzerinden ağaçların yemyeşil dalları, sokak lambaları ve gökyüzünün geçişini tasvir edişinizi durup durup hatırladığım için yapıyorum tüm bu gevezeliği. Hayat bayatlayınca edebiyat olur sözüne durup durup gülümsediğim için, Ender’in Nihal’e hayat kimilerine yazmayı öğretti, banaysa yazmamayı öğretti diye başlayan ve güzellikle birlikte uslu uslu yaşayamadığımızın altını bir güzel çizen o sözcükler için, Toplu konutta yazar olma denemeleri ve aşkı için, Nurdan Gürbilek’in işaret ettiği çift bıçaklı ironi için ve tabii ki sözcüklere, edebiyata bu kadar inandığınız, sevdiğiniz için tüm bu gevezelik. Biraz daha açmam gerekiyor galiba, anladım ve bahisleri yükseltiyorum.
Bilge Karasu, Gece’de benim dilim çiçek dermek üzere eğilmiş bir gövdenin yumuşaklığına, dalgalanışına ulaşmalı diyor dipnotların birinde. Sizin diliniz sevgili Bıçakçı, bence bu gövdenin ta kendisi. Eğilen ve dalgalanan şey sizin bayrağınız. Siz yazmayı bu bayrağın eğilen ve dalgalanan ritmine borçlusunuz. Durup birden sevgiliyi öpmek isteyen harfleriniz var, bir atla beraber koşabilen sözcükleriniz, alnımızda taşıdığımız bir sevgi varsa eğer ki bunu edebiyatın yaşam karşısında tutumu ne olmalıdır gibi kuru belagatlere boğmadan söylemek gerekirse, bugün o sevgiyi sözcükleriniz arasında bulmak beni biraz daha inandırabiliyor, dışarıda parıldayan yaz güneşine. Fakat çıkmak ne mümkün, gölgede kalmak bana yetiyor bazen, ama bu ince davetiniz için de teşekkür ederim. Ben sizin varsın riyakâr okuyucunuz olayım, Ender’e katılmak ve güzellikle beraber uslu uslu yaşamak istiyorum. Siz yaşayabiliyor musunuz sevgili Bıçakçı?

Walter Benjamin sadece alıntılardan oluşan bir kitap yazmayı düşünüyordu ya hani, bu mektubun niyeti de bozuk, Benjamin’e özenip duruyor bilginiz olsun. O yüzden devam edeyim izin verirseniz. Yannis Ritsos’un “Barış” diye bir şiir var, güzel. Hem isminizle de müsemma. “cumartesi akşamları mahalle berberinden çıkan yeni tıraş olmuş / bir işçi gibi baharda ay buluttan çıktığı zamandır / barış” diyordu Ritsos. Sevgili Bıçakçı siz de çok sevmiş miydiniz bu dizeleri? Yaşamımız bir yangınla sınanıp dururken, Edip Cansever’in deyimiyle içerde ve kar içindeyken Orhan Alkaya’nın durup içimize saldığı, “insan yok etmeye yazgılıdır ve varlık bu şiddetle sınanır” dizesinin çıplaklığı bir utanç gibi yanı başımızdan ayrılmazken, siz de hâlâ edebiyatın, sözcüklerin gücüne inanıyor musunuz? Ben sizin bir okur olarak bize vazettiğiniz bir şeyler olduğuna inanmıyorum, siz bana bir yaşamın çıplakken de sevilebileceğini söylediniz, buna ama, inanıyorum. Sizin sözcükleriniz bizim için duvarlardan ve taşların arasından birden bitiveren sarı çiçekler gibi. Hani şu Cortázar’ın sarı çiçeği. Ben o sarı çiçeğe inanıyorum. Yaşamımın, yaşamımızın tekrarlanamayacağını bildiğimiz o anın idrak çemberi olan sarı çiçeğe. W.G. Sebald, “Hava Savaşı ve Edebiyat”ta bütün bir şehri yakıp küle çeviren hava bombardımanın ardından, sağlam kalabilmiş tek bir evde, etrafındaki yıkıntılara aldırmadan ve hatta onları görmezden gelerek, inatla evinin pencerelerini temizlemeye çalışan bir kadından bahsetmişti. Yıkıntılara değil, o yaşam dışı alana değil; hayatın olağan olan yerine, ayakta kalabilmiş pencerelerine yönelen o kadın, neden bunca acıdan bunca yıkımdan kaçmaya çalışıyor dediğim her anda kendimi sizin kitaplarınızı okurken görüyorum. Benim pencerelerimde sizin eserleriniz galiba, yıkıntılara rağmen ayakta kalabilmiş bir edebiyata yönelme çabası benimki. “İşe Yarar Bir Şey” filmindeki bir dize gibi bunca yıkıldığımız yeter hadi kekik toplayalım diyen bir iç sesim de var mesela.
Yaşam karşısında alaya alınmak, sözcükleri çarpıtmak, anlamların hikâyelerine bakmak elimden gelmiyor artık sevgili Bıçakçı. Benim kulağımda uğuldayıp duran bu namütenahi dil, kuşların dili olsun isterdim, kuşların diliyle yazmak isterdim bu mektubu. İnsanların diliyle değil elbette, amacım biraz da bu galiba, kazıya kazıya bu dilin altında başka bir dil var mı, başka bir canlı kıpırdayabilir mi bu dilin yıkıcılığında, başka bir bitki yeşerebilir mi toprağında, onu anlamak. Vüs’at O. Bener, malum Sahtegi notlarının bir yerinde şöyle der:
“Dün gece televizyon ekranında “Yoldaşlar!” deyiverdi Boran. Hey gidi günler hey! “Barışseverler Derneği” bildirisine imza atanlardan bir sınıf arkadaşımı ziyarete gitmiştim görüş gününde, “içimizden biri bugünleri yazmalı” demişti.”
Çok yabancı gelmeyecektir tabi ki size, Ankara’da, Mülkiye’de barış bildirisine imza atan akademisyenlerin başlarına gelenler. İçimizden biri bugünleri yazmalı sevgili Bıçakçı, siz yazıyorsunuz işte siz, bugünü de yazıyorsunuz. Bener’in işaret ettiği anayasal hakkımızı, korkumuzu da yazıyorsunuz. Gevezeliğim arasında gözden kaçırmamam gereken noktaya da geldim galiba. Tarihi Kırıntılar’daki “ülke gerçeği” pasajını atlayamıyorum itiraf edeyim, Cemal Usta’nın oğluyla beraber “şehitler ölmez, vatan bölünmez sloganları” eşliğinde indirilen dükkân camlarını kurtarma çabaları, bizim hayatımız tam da orada işte. Yıkıntıya dönüşen insanlar olmamak, onlara benzemek istemediğimi anlatmak için buradayım. Siz de iyi ki oradasınız, yazının bahçesinde. Bu bir karşılaşma sayılmaz mı işte, bir metin bir metini okuyor, anlıyor ve daha güzeli, seviyor. Vüs’at O. Bener’e uğramadan olmazdı, olmadı da işte, içimde onun hevesiyle bir kez daha söyleyelim o zaman, birdenbire çökmedik, çökerek bugünlere geldik. (Bunu söylerken bir marşı okur gibi gururluyum nedense.) Ama tüm bu gevezeliğimi bağışlayacağınızı umarım. Biz (görüyorsunuz ya bu korunaklı zamiri çok sevdim) buradayız sevgili Bıçakçı, siz neredesiniz?
Sevgiler,
Hüseyin Akcan