Neil Gaiman’ın 14 Ekim 2013 tarihinde Reading Agency adlı bir yardım kuruluşunun davetlisi olarak Londra’da yaptığı konuşmanın çevirisini sunuyoruz. Birçok türde eser veren Neil Gaiman’ın 25 dakikalık konuşmasının metni, ertesi gün “The Guardian”da yayımlanmış.

İnsanların size taraflarını belli etmeleri, taraflı olup olmadıklarını, neyden yana taraf olduklarını söylemeleri önemlidir. Bir çeşit niyet beyanıdır bu. Ben size okumaktan açacağım. Size kütüphanelerin önemli olduğunu söyleyeceğim. Kurmaca okumanın, keyfine göre okumanın, kişinin yapabileceği en önemli şeylerden biri olduğunu öne süreceğim. İnsanların kütüphanelerin ve kütüphanecilerin ne olduğunu anlamaları için coşkulu bir savunma yapacağım.
Ben taraflıyım, tarafım belli: Yazarım, çoğunlukla kurmaca yazarım. Çocuklar ve yetişkinler için yazarım. Neredeyse otuz yıldır geçimimi kelimelerden kazanıyorum, çoğunlukla bir şeyler uydurarak ve onları kâğıda dökerek. İnsanların okumaları, kurmaca eserler okumaları benim çıkarımadır. Kütüphanecilerin var olmaları, insanlara okumayı ve kütüphaneleri sevdirmeleri işime gelir.
Yani bir yazar olarak taraflıyım. Ama bir okur olarak, çok daha fazla taraflıyım. Ve bir İngiliz vatandaşı olarak daha da fazla taraflıyım.
Bu gece bu konuşmayı insanlara kendilerinden emin ve hevesli okurlar olmaları için yardım ederek hayatta eşit fırsatlar edindirmeyi misyon edinmiş olan bir yardım kuruluşunun, Reading Agency’nin himayesinde yapıyorum. Okuryazarlık programlarını, kütüphaneleri, okurları destekleyen ve okuma eylemine arka çıkan bir kuruluş Reading Agency. Çünkü bize hep söyledikleri gibi, okudukça değişir her şey.
Bu gece, bu değişim ve okuma eylemi hakkında konuşmak için burada bulunuyorum. Okumanın nelere yol açtığından bahsetmek istiyorum. Ne işe yaradığından.
New York’ta bulunduğum bir seferde, Amerika’da büyük bir endüstri haline gelmiş olan özel hapishanelerle ilgili bir konuşma dinlemiştim. Hapishane endüstrisi, gelecekteki büyümesini planlamak zorunda: Ne kadar hücreye ihtiyaç olacak? Bundan 15 yıl sonra kaç mahpus olacak? Bunları kolaylıkla öngörebileceklerinin farkına varmışlar. 10-11 yaşlarındaki çocuklardan okumayı öğrenmemiş olanların oranını tespit eden çok basit bir algoritma kullanarak. Okumayı bilmeyen ve elbette keyiflerince okuyamayan çocukların oranını.
Yüzde yüz bir sonuç değil bu: Okuryazar bir toplumda hiç suç işlenmeyeceğini söyleyemezsiniz. Nedir, güçlü bağıntılar bulunabilir.
Bu bağıntılardan bazılarının, en basitinin, çok basit bir gerçeğe dayandığını düşünüyorum: Okuryazar insanlar kurmaca okurlar.
Kurmacanın iki faydası var. Evvela, okumaya açılan bir geçit olması. Neler olacağını öğrenme güdüsü, sayfayı çevirme isteği, zor da olsa devam etme isteği, başı dertte olan birinin hikâyesinin nasıl sonuçlanacağını öğrenmek içip yanıp tutuşmak… İşte bu, gerçek bir dürtü. Bu dürtü sizi yeni sözcükler öğrenmeye, yeni düşüncelerle tanışmaya, metne devam etmeye zorlar. Okumanın keyfini keşfetmeye. Bunu bir kez tattıktan sonra, artık her şeyi okumak isteyeceğiniz o yola çıkmışsınız demektir. Okumak bir anahtardır. Birkaç yıl önce, post-okuryazar bir dünyada yaşadığımız ve yazılı sözcüklerden anlam çıkarma çabasının artık lüzumsuz olduğu düşüncesi etrafında şekillenen kısa süreli bir gürültü kopmuştu ama artık o günler geride kaldı: Sözcükler şimdi hiç olmadığı kadar önemli. Dünya üzerinde sözcüklerle seyahat ediyoruz ve dünya internete kaydıkça okuduğumuzu takip etme, kavrama ve başkalarına iletme ihtiyacı duyuyoruz. Birbirlerini anlayamayan insanlar fikir alışverişinde bulunamazlar, iletişim kuramazlar. Çeviri programları da bir yere kadar.
Okuryazar çocuklar yetiştirmenin en basit yolu onlara okumayı öğretmek ve okumanın keyifli bir faaliyet olduğunu göstermek. Bu ne demek? En basit haliyle şu demek: Hoşlanacakları kitapları bulmak, bu kitaplara erişebilmelerini sağlamak ve okumalarına izin vermek.
Çocuklar için kötü kitap diye bir şeyden söz edemeyiz. Ara ara, bazı yetişkinler arasında moda haline gelen bir şey var: Birtakım çocuk kitaplarının, bazen bir türün ya da yazarın kötü olduğunu, çocukların bunları okumaması gerektiğini söylemek. Buna defalarca şahit oldum; Enid Blyton kötü yazar olarak ilan edildi, RL Stine da, birçok başka yazar da. Çizgi romanlar, okumamayı teşvik ediyor diye kötülendi.
Zırvalık! Züppelik ve aptallık bu. Çocukların sevdiği, okumak istediği hiçbir yazar kötü değildir. Çünkü her çocuk farklıdır. İhtiyaç duyduğu hikâyeyi bulabilir ve o hikâyeye kendini verebilir. Beylik ve modası geçmiş bir fikir, çocuğa öyle gelmeyebilir. Bu, çocuğun o düşünceyle ilk karşılaşmasıdır. Yanlış kitaplar okuyor diye düşünüp çocukları okumaktan soğutmayın. Sizin sevmediğiniz kurmaca bir eser, çocuğu, sizin de sevebileceğiniz kitaplara götürecek bir güzergâhtır belki. Ayrıca, herkes sizinle aynı şeyleri sevmek zorunda değil.
İyi niyetli yetişkinler, çocuğun okuma sevgisini kolaylıkla yerle bir edebilir: Sevdiği kitapları okumasını engelleyerek, Viktorya döneminin 21. yüzyıldaki muadilleri olan, sizin sevdiğiniz, değerli ama sıkıcı kitapları okutarak. Okumanın hiç de havalı olmadığına, daha kötüsü, hiç keyifli olmadığına ikna olmuş bir kuşak yetiştirmiş olursunuz.
Çocuklarımızın okuma merdiveninin basamaklarını çıkmasına izin vermeliyiz: Okumaktan hoşlandıkları her şey, onları bir sonraki adıma hazırlayacak ve her bir basamak onları okur olmaya götürecek. Bu satırların yazarının, kendi kızına 11 yaşındayken yaptığını siz yapmayın. RL Stine’a düşkün olan kızım Holly’ye, Stephen King’in Göz adlı romanını vermiş, onu sevdiysen buna bayılacaksın demiştim. Holly, ilkgençlik yıllarının devamında kırsalda yaşayan insanlara dair sakin hikâyelerden başka bir şey okumadı ve Stephen King’in adı her geçtiğinde bana kötü kötü bakar hâlâ.
Kurmacanın ikinci faydası da okura empati kazandırmasıdır. Televizyonda bir dizi ya da bir film izlerken, başka insanların başına gelen şeylere bakarsınız. Kurmaca eser, alfabenin harflerini ve bir avuç noktalama işaretini kullanarak inşa ettiğiniz ve hayalgücünüzü kullanarak tek başınıza yarattığınız bir dünyadır. Orada insanlara başkalarının gözünden bakarsınız. Bir şeyler hissetmeye başlarsınız, başka türlü gidemeyeceğiniz yerlere gidersiniz. Oradaki herkesin bir ben olduğunu öğrenirsiniz. Siz de bir başkası olursunuz. Gerçek dünyaya geri döndüğünüzde az da olsa değişmiş olursunuz böylece.
Empati insanları bir araya getiren bir araçtır. Sadece kendimizle ilgili olmaktan çıkarır bizi.
Okudukça dünyadaki rotanızı çizme konusunda çok hayati bir şey keşfedersiniz: Dünya böyle olmak zorunda değildir. Başka türlü de olabilir.
2007’de Çin’e, partinin onayıyla düzenlenen ilk bilimkurgu ve fantastik edebiyat kongresine gittim. Bir ara fırsatını bulup oradaki yetkililerden birine neden diye sordum. Bilim kurgu uzun yıllar boyunca ülkede tasvip edilmemişti. Ne değişmişti şimdi?
Çok basit, dedi adam. Çinliler, başkalarının planlarını uygulama konusunda çok parlaktılar. Ama yeni bir şey keşfedemiyor, icat edemiyorlardı. Hayal kurmuyorlardı. Tutup ABD’ye, Apple’a, Microsoft’a, Google’a heyetler göndermişler ve kendi geleceklerini icat eden insanlara akıl danışmışlar. Oradaki insanların hepsinin küçükken, küçük kız ve oğlan çocuklarıyken, bilimkurgu okumuş oldukları çıkmış ortaya.
Kurmaca size farklı bir dünya gösterir. Sizi daha önce gitmediğiniz yerlere götürebilir. Tıpkı masallardaki sihirli meyveleri yiyenler gibi, gidip başka dünyaları gördükten sonra, içinde bulunduğunuz dünyayla yetinemezsiniz artık. Bu tatminsizlik hali iyidir: Tatminsiz insanlar kendi dünyalarını değiştirebilirler, daha iyi hale getirirler, geriye daha iyi bir dünya bırakmaya çalışırlar.
Konu buraya gelmişken, hayal kurarak gerçeklerden kaçmak hakkında birkaç şey söylemek istiyorum. Bundan kötü bir şeymiş gibi bahsedilir. “Kaçış” edebiyatı denir. Sanki bu türden edebiyat sersemlerin, bönlerin ve kolayca kandırılıverenlerin başvurduğu ucuz bir afyonmuş gibi sunulur.
Kötü bir yerde kapana kısıldığınızı, sizi sevmeyen insanlarla istemediğiniz bir durumda kaldığınızı düşünün. Size bu durumdan geçici bir kaçış sağlayacak bir teklif sunulsa kabul etmez miydiniz? Kaçış edebiyatı dedikleri, hayale dayalı kurgunun yaptığı tam olarak budur: Bir kapı aralar, dışarıdaki güneş ışığını gösterir, birlikte olmak isteyeceğiniz insanlarla bir arada olabileceğiniz bir mekân sağlar (ve emin olun, kitaplar gerçek mekânlardır). Daha da önemlisi, bu kaçışınız sırasında, kitaplar size dünyayı ve hâl-i pürmelalinizi anlatır, mücadele etmek için kullanabileceğiniz silahlar ve koruyucu kalkanlar verir size. Kaçtığınız hapishaneye geri dönerken bunları yanınıza alabilir, gerçek bir kaçış için, edindiğiniz bu beceri, bilgi ve araçları kullanabilirsiniz.
J.R.R. Tolkien’in bize hatırlattığı üzere, yalnızca gardiyanlar hoşlanmaz kaçıştan.
Çocuğun okuma sevgisini yerle bir etmenin bir diğer yolu da çocuğun hiç kitap görmemesi ve kitaplarını okuyabileceği bir ortamdan yoksun olmasıdır. Ben şanslıydım. Büyüdüğüm yerde harika bir kütüphane vardı. Yaz tatillerinde, işe giderken beni kütüphaneye bırakmayı kabul eden ebeveynlere sahiptim. Her sabah kütüphanede belirip katalogları kurcalayan; hayaletler, sihirler veya roketlerle ilgili kitaplar arayan; vampirlerin, dedektiflerin, cadıların ve mucizelerin peşine düşmüş küçük bir çocuktan rahatsız olmayan kütüphanecilere sahiptim. (Çocuk kitaplarını bitirdikten sonra yetişkin kitaplarına geçtim.)
İyi kütüphanecilerdi. Kitaplardan, insanların kitap okumasından hoşlanıyorlardı. Başka kütüphanelerden kitap istemeyi öğrettiler bana. Okuduğum hiçbir kitap hakkında züppece konuşmadılar. Kütüphanede okumayı seven, şaşkın bir oğlan çocuğu görmekten mutlu oluyor gibiydiler. Okuduğum kitaplar hakkında benimle konuşmaya açıktılar, okuduğum bir seri varsa o serinin diğer kitaplarını bulmama yardım ederlerdi. Diğer okurlara davrandıkları gibi davranırlardı bana da –ne eksik ne fazla– ki bu da bana saygı duydukları anlamına geliyordu. Sekiz yaşında bir oğlan çocuğu olarak, saygı duyulmaya alışık değildim.
Ama kütüphaneler böyledir, özgürlükle ilgilidir. Okuma özgürlüğü, düşünce özgürlüğü, iletişim özgürlüğü… Eğitimle ilgilidir (okuldan mezun olunca biten türden bir eğitim değildir bu), eğlenceyle ilgilidir, güvenli alanlar oluşturmakla ve bilgiye erişimle ilgilidir.
21. asır insanlarının kütüphaneleri ve kütüphanelerin amacının ne olduğunu doğru anladıklarından şüpheliyim. Eğer kütüphaneleri kitap dolusu raflar olarak düşünürseniz, gözünüze biraz antika ya da demode yerler gibi görünebilirler. Çünkü hemen hemen bütün kitapların, ama hepsinin değil, dijital nüshaları mevcut. Fakat bu bakış açısı, meselenin özünü ıskalamak olur.
Bunun bilginin doğasıyla ilgili olduğunu düşünüyorum. Bilginin değeri vardır, doğru bilginin değeri büyüktür. İnsanlık tarihi boyunca bilgi kıtlığı içinde yaşadık, ihtiyaç duyulan bilgiye sahip olmak çok önemliydi ve bir karşılığı vardı: Ne zaman ekim yapılacaktı? Nesneleri, haritaları, tarihleri ve hikâyeleri nerede bulacaktık? Yoldaşlık ve gıda için önemliydi bunlar. Bilgi kıymetli bir şeydi, bilgiye sahip olan ya da erişebilecek durumda olanlar, bilgiye bir bedel biçerlerdi.
Son yıllarda, bilgi kıtlığı çekilen bir ortamdan bilgiye boğulduğumuz bir ortama geçiş yaptık. Google’ın eski CEO’su Eric Scmidt’e kulak verecek olursak, insanlığın medeniyetin doğuşundan 2003 yılına kadar ürettiği tüm bilgi miktarını, artık iki günde bir üretiyoruz. Skor tutmayı sevenleriniz için söylüyorum, iki günde bir ürettiğimiz bilgi yaklaşık 10 Eksabayt’lık veri anlamına geliyor (1 Eksabayt = 1099511627776 Megabayt). Artık zorluk çölde yetişebilen nadir bitkiyi bulmakta değil, cengelin kalabalığı içinde yetişen belirli bir bitkiyi bulmakta. İhtiyacımız olanın ne olduğu konusunda bize rehberlik edecek olan bilgiye ihtiyaç duyuyoruz.
Kütüphaneler, insanların bilgi edinmek için gittikleri mekânlardır. Kitaplar, bilgi buzdağının yalnızca görünen kısmıdır: Orada duruyorlar, kütüphaneler de size ücretsiz olarak veriyor onları. Günümüzde, daha önce olmadığı kadar çocuk kütüphanelerden kitap alıyor, her türden kitap: Basılı, dijital ve sesli kitaplar. Ama kütüphaneler, sözgelimi, bilgisayarı ya da internete erişimi olmayan insanların gelip ücretsiz olarak internetten faydalandıkları yerlerdir aynı zamanda. Kütüphaneciler bu insanların online dünyada dolaşmasına da yardımcı olabilir.
Tüm kitapların ekrana taşınacağına ya da taşınması gerektiğine inanmıyorum: Bilimkurgu yazarı Douglas Adams’ın, Kindle’ın ortaya çıkmasından 20 yıl kadar önceydi, bana dediği üzere, basılı bir kitap köpekbalığına benzer. Köpekbalıkları kadimdir, dinozorlardan önce bile okyanuslarda köpekbalıkları vardı. Köpekbalıklarının halen yaşamalarının nedeni, köpekbalığı olmak konusunda onlardan daha iyi kimse olmaması. Basılı kitaplar serttir, yok etmesi zordur, suya dayanaklıdır, elektriğe ihtiyaç duymaz, gün ışığında çalışabilirler, elinize yakışırlar: Kitap olmak konusunda iyidirler ve hayatımızda her zaman yerleri olacaktır. Kütüphaneler halihazırda e-kitaba, sesli kitaba, DVD’lere ve internete erişebileceğiniz yerler olduğu kadar kitapların da yurdudur.
Kütüphane, bilgi havuzudur ve her vatandaşa eşit erişim hakkı verir. Kamusal bir alandır. Güvenli bir yerdir, dünyadan kaçıp gelebileceğiniz bir sığınaktır. İçinde kütüphanecilerin olduğu bir mekândır. Bizim şimdiden, geleceğin kütüphanecilerinin nasıl olacaklarını hayal etmemiz gerekiyor.
Metinler, e-postalar ve yazılı bilgiyle dolu günümüzde, okuryazarlık her zamankinden daha önemli hale geldi. Okumaya ve yazmaya ihtiyacımız var. Rahatça okuyabilen, okuduğunu kavrayabilen, nüansları fark edebilen ve kendini iyi anlatabilen dünya vatandaşlarına ihtiyacımız var.
Kütüphaneler, gerçekten de geleceğe açılan kapılardır. Dünyanın her yerindeki yerel yönetimlerin, tasarruf etmenin en kolay yolu olarak gördükleri kütüphaneleri kapatma fırsatını kaçırmamaları, bugünün kârı adına yarınımızı çalmaları üzücüdür. Açık kalması gereken kapıları kapatıyorlar.
Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü’nün (OECD) yakın zamanlı bir çalışmasına göre, “cinsiyet, sosyo-ekonomik durum ve meslek türleri gibi diğer faktörlerle birlikte değerlendirildiğinde, okuryazarlık ve temel matematik bilgisi konusunda nüfusun en yaşlı kesiminin en genç kesimi geride bıraktığı tek ülke” İngiltere imiş.
Başka biçimde söyleyelim: Çocuklarımız ve torunlarımız, okuryazarlık ve temel matematik alanında bizlerden daha kötü durumda. Dünyayı anlamak ve problem çözmek konusunda bizden daha kötüler. Bize göre daha kolay kandırılabilir durumdalar. Kendilerini içinde buldukları dünyayı değiştirmek konusunda daha az yetkinler. Gelecekte daha az istihdam edilecekler. Tüm bunlara birlikte bakıldığında İngiltere, diğer gelişmiş ulusların gerisine düşecek çünkü ileride vasıflı işgücünden yoksun olacak.
Kitaplar ölülerle iletişim kurmamızın bir yolu. Artık aramızda olmayanlardan bir şeylerden öğrenmemizin yolu ki insanlık bu öğrenmenin üzerine kurulmuştur. Bilgiyi her seferinde yeniden öğrenmek yerine çoğalarak biriken bu bilginin üzerine kurulmuştur. Birçok ülkeden daha eski, kadim olan masallar ve hikâyeler var. İlk söylendikleri, ortaya çıktıkları kültürlerden ve yapılardan daha eskiler.
Geleceğe karşı sorumluyuz. Çocuklara, o çocukların yetişkinliklerine, içinde yaşayacakları dünyaya karşı sorumluluk ve yükümlülüklerimiz var. Hepimizin –okurların, yazarların, vatandaşların– yükümlülükleri var. Bunlardan bazılarını burada ortaya koymaya çalışacağım.
Özel ve kamusal alanlarda, kendi keyfimize göre okumakla yükümlüyüz. Eğer keyif için okursak, eğer başkaları bizi okurken görürlerse, işte o zaman öğrenmeye ve hayalgücümüzü harekete geçirmeye başlarız. Okumanın iyi bir şey olduğunu diğerlerine göstermiş oluruz.
Kütüphaneleri desteklemekle yükümlüyüz. Kütüphaneleri kullanmak, başkalarını kütüphaneleri kullanma konusunda yüreklendirmek, kütüphanelerin kapatılmasına karşı çıkmak boynumuzun borcu. Kütüphanelere değer vermiyorsanız, o halde bilgiye, kültüre ve bilgeliğe de değer vermiyorsunuz demektir. Geçmişin seslerini susturuyorsunuz, geleceği yaralıyorsunuz demektir.
Çocuklarımıza kitap okumakla yükümlüyüz. Onlara, hoşlanacakları kitaplar okumakla yükümlüyüz. Bizim çoktan bildiğimiz, usandığımız hikâyeleri okumakla yükümlüyüz. Okurken metni ilginç ve eğlenceli hale getirecek şekilde seslendirmekle yükümlüyüz. Okuma yazma öğrendiler diye onlara kitap okumayı bırakmamakla yükümlüyüz. Bu sesli okuma saatlerini çocuklarımızla bağ kurmak için kullanmalıyız. Bu saatleri telefonlarımıza bakmadığımız, dünyanın çeldirici, dikkat dağıtıcı unsurlarını kendimizden uzak tuttuğumuz saatler olarak değerlendirmeliyiz.
Dili kullanmakla yükümlüyüz. Kendimizi zorlamakla yükümlüyüz: Sözcüklerin anlamlarını bulmaya, onları nasıl kullanacağımızı keşfetmeye, açık bir iletişim kurmaya, ne söylemek istiyorsak onu iyi söylemeye, anlatmaya çalışmalıyız. Dili korumaya kalkışmamalıyız, sanki sadece hürmet göstermemiz gereken ölü bir şeymiş gibi yaklaşmamalıyız dile. Yaşayan, dolup taşan, sözcükler alıp-veren, zamanla bazı anlamlarının ve telaffuzlarının değişmesine izin veren bir şey olarak kabul etmeliyiz dili.
Biz yazarların –bilhassa çocuklar için yazanların, ama aslında bütün yazarların– okurlarımıza karşı bir sorumluluğumuz var: Gerçeği yazma sorumluluğu. Özellikle de var olmayan yerlerdeki hiç var olmamış insanların hikâyelerini yazarken çok önemli bu. Gerçeğin olayları anlatmakla ilgili olmadığını, bize kim olduğumuzu söylemekle ilgili olduğunu anlamak zorundayız. Ne de olsa kurmaca, bize doğruyu fısıldayan bir yalandır. Okurlarımızı sıkmamak gibi bir sorumluluğumuz var, onlara sayfaları çevirme hevesini vermeliyiz. Okumaya gönlü olmayanlar için en güzel çare, onlara okumadan duramayacakları bir hikâye vermek değil midir? Okurlarımıza gerçek şeyler söylemek, silahlar ve kalkanlar vermek ve bu dünyadaki kısa misafirliğimizde edindiklerimizi aktarmak zorundayız. Ama bunu yaparken vaaz veya ders vermemek, ezbere dersleri ve mesajları okurlarımızın boğazına dayamamak gerekiyor. Hiçbir zaman, koşullar ne olursa olsun, kendimizin okumak istemeyeceği hiçbir şeyi çocuklar okusun diye yazmamalıyız.
Çocuklar için yazan yazarlar olarak önemli bir iş yaptığımızın farkında olmakla yükümlüyüz çünkü eğer çuvallarsak ve sıkıcı kitaplar yazarsak çocukları okumaktan ve kitaplardan soğuturuz. Kendi geleceğimizi mahvetmekle kalmaz, çocukların geleceğini de karartırız.
Hepimiz –yetişkinler ve çocuklar, yazarlar ve okurlar– hayal kurmakla yükümlüyüz. Hayal etmekle yükümlüyüz. Hiç kimse hiçbir şeyi değiştiremezmiş gibi davranmak kolay. Toplumun büyük, bireyin ise nerdeyse bir hiç olduğu bir dünyadaymışız gibi davranabiliriz. Bireyin duvarda bir atom ya da pirinç tarlasında bir pirinç tanesinden başka bir şey olmadığını düşünebiliriz. Fakat gerçek şu ki bireyler kendi dünyalarını defalarca değiştirirler, geleceği inşa ederler ve bunu ancak her şeyin başka türlü olabileceğini hayal ederek başarabilirler.
Bir durup etrafınıza bakın. İçinde oturduğunuz odaya bir bakın şöyle. Unutmaya meyilli olduğumuz, çok aşikâr bir şeyden bahsedeceğim: Etrafınızda gördüğünüz her şey, odanızın duvarları bile, bir noktada bir hayalden ibaretti. Birileri yere oturmaktansa sandalyeye oturmanın daha rahat olacağını düşünüp sandalyeyi hayal etti. Birileri şimdi içinde oturduğumuz bu binayı hayal etti ki bu sayede Londra’da ıslanmadan bir arada bulunup konuşabiliyoruz. Bu oda ve içindeki eşyalar, bu binadaki diğer şeyler, bu şehir, insanlar hayal kurduğu için varlar.
Dünyayı güzelleştirmekle yükümlüyüz. Dünyayı bulduğumuzdan daha çirkin bir durumda bırakmamakla yükümlüyüz. Okyanusların suyunu bitirmemekle, sorunlarımızın çözümünü bizden sonraki kuşaklara bırakmamakla yükümlüyüz. Arkamızı temizlemekle ve dar görüşlü yaklaşımlarla tarumar edilmiş, yoksullaşmış ve sakatlanmış bir dünya bırakmamakla yükümlüyüz.
Siyasetçilere ne istediğimizi ifade etmekle yükümlüyüz. Değerli vatandaşların yetişmesinde okumanın önemini kavrayamayan, bilgiyi korumak ve savunmak için kılını kıpırdatmayan, okuryazarlığı teşvik etmeyen siyasetçilere, hangi partiden olursa olsunlar, oy vermemekle yükümlüyüz. Bu particilikle ilgili bir mesele değil. Bu insanlığın ortak meselesi.
Albert Einstein’a zeki çocuklar yetiştirmenin yolunu sorduklarında, çok basit ve bilgece bir cevap vermiş. “Eğer çocuklarınızın zeki olmasını istiyorsanız,” demiş, “onlara masal okuyun. Eğer daha zeki olmalarını istiyorsanız, onlara daha fazla masal okuyun.” Einstein, okumanın ve hayal kurmanın değerini biliyordu. Umarım çocuklarımıza daha fazla okuyacakları, okunacakları, hayal kurabilecekleri bir dünya bırakabiliriz.
Türkçeleştiren: Ozan Çororo