Edebiyat ortamımız, ülkemizin hali pür melalinden farklı değil. Yani, kaos hakim. Çok fazla kitap yayımlanıyor, eleştiri yok denecek kadar az vesaire. Bunlar hepimizin bildiği şeyler. Ve fakat ne şekilde, nasıl olursa olsun ilk kitabın heyecanı da ayrı. Kağıt oyunu oynayanlar bilir, ilk elin günahı olmaz. İlk kitaplar da, tıpkı sonrakiler gibi, kusurlarıyla güzeldir. Kendimize ait, bize kendi yolumuzu açacak güzel yanlışlarımız olmazsa ne anlamı var yazmanın?
Bu ve benzeri düşüncelerden hareketle ilk kitaplarını çıkarmış yazarlarla söyleşi yapma fikri gelişti. İlk kitabını çıkarmış her yazara sorulabilecek ortak sorular belirlemeye çalıştık. Samimiyetle sorulan sorulara verilecek sahici cevaplar, belki, ortak dertlerimizi anlamaya, birlikte düşünmeye vesile olur. Hiçbir şey olmasa bile, bir yazar dostumuzun ilk göz ağrısının heyecanını paylaşmış oluruz.

Kitapsız bir hevesli olmaktan kitaplı bir yazar olmaya giden süreç nasıl gelişti?
Çok geçmişe uzanmadan “Dağılmalar” özelinde açıklayayım; üniversitenin ilk yıllarından beri yazılan, üzerinde tekrar tekrar çalıştığım öyküler oldu. Bazı öykülerimi lisans öğrencisi iken girdiğim yüksek lisans derslerinde Gürsel (Korat) Hoca’ya okutmuş, sayesinde hem yüreklenmiş hem de farklı bir bakış edinmiştim. Esas meselenin yazdıktan sonra başladığını ondan öğrendim diyebilirim. Bu süreçte iki defa tam olarak dosya bütünlüğüne kavuşamayan, fakat o sıralar dosya sandığım toplamlar da oldu. Onlardan birini de mezun olduğum yıl (2014) Faruk Duman’a götürmüştüm, sağ olsun birkaç ay sonra da geri dönmüştü. Biçim arayışımı sezmiş olacak ki acele etmememi özellikle belirtmişti. Ben de bekledim. Yeterince beklediğimi ve özellikle öykülerin çoğunluğuna körleştiğimi düşününce daha önce çatısı altında bulunduğum bir yayınevindeki pazarlama müdürü olan eski yöneticime okuttum. Hem okurluğuna inandığımdan hem ikimizin de Roberto Bolano sevgisinden. Dosyadaki bütünlük ve kurgu, onun ilk okuması sayesinde gerçekleşti. Kendisine buradan tekrar teşekkür ederim. Dosyadan beş öyküyü çıkardım, üç öyküyü dahil ettim. Diğer öykülere yeniden dokunmak durumunda kaldım ve istediğim bağlantılar, dünya oluşmuş oldu. Bu son düzenlemeden sonra da esas macera başlamış oldu.
Yazma uğraşınızı neden başka bir türde değil de öyküde yoğunlaştırdınız?
Lise yıllarında şiirle epey uğraştım. Hatta yırtıp atmak istediğim, kalınca bir defterdeki şiirler toplamım bir edebiyat öğretmenimde hâlâ duruyor. Faulkner “Başarısız bir şairim,” demişti. Benim bunu demeye bile hakkım yok sanırım. Lise yıllarında şiirle yalnızca okurluk bağım olacağı belli olmuştu. Lise son sınıfta öykü denemelerim kendini belli etmeye başlamıştı, üniversiteye başlayınca da özellikle çok öykü okuyarak gelişmiş oldu.
Yayınevini nasıl belirlediniz? İlk kitabınızın yayımlanma sürecinde neler çektiniz?
Dosyasını tamamlamış kişilerin, aynı anda tüm yayınevlerine dosyalarını göndermesini anlamakta güçlük çekiyorum. Bence bu aşamada “nerden çıkacaksa çıksın anlayışı” doğru değil. Bu açıdan dosyayı, okurluğuna inandığım editörlerin olduğu, yaşanan türlü olumsuzluklara karşı hâlâ bir ideali düşlememizi sağlayan, birçok sevdiğim yazarın gölgesine sığınacağım İletişim Yayınları’na verdim.
Kitabı yayıma hazırlama sürecinde size yol gösteren, yardımcı olan bir editörünüz oldu mu?
Açıkçası bu kitaptan daha önemli kazanımım editörüm Emre Bayın oldu. Bu güzel yolculuğun başından sonuna kadar her zaman yanımdaydı. Dilerim bu yol arkadaşlığı daha iyi ve güzel hikâyelerde devam eder.
İlk kitabınızla hayatınızda neler değişti? Neler ummuştunuz ne buldunuz?
Çok sevdiğimiz bir butik yayınevinin sahibi, okurluğuna imrendiğim bir abimiz kitabın çıkmasına yakın bir konuşmamızda, hiçbir şeyin değişmeyeceğini belirterek beni bu sürece alıştırmıştı. Bir şey değişmedi. Artık bazı duyguları çabuk tükettiğimizden mi bilmiyorum, ama böyle. Güzel bir yan ise çevremde hiç beklemediğim kişilerin kitabı edinmesi, yorumlarını esirgememesi. Her şeye rağmen kalplerde, zihinlerde konuk olmak güzel.
Telif aldınız mı?
Aldım.
Dergiler için edebiyatın mutfağı denir. Siz salona, misafirlerin karşısına çıkmadan önce mutfakta ne kadar zaman geçirdiniz?
Benim dergilere öykü göndermek konusunda birtakım sıkıntılarım oldu. Yazdığım birçok öykünün birbiriyle bağlantılı olmasının sıkıntısını yaşadım. Çünkü öykü yolladığınız yerin yalnızca dil konusunda bir çıkarım yapmasına neden oluyor bu durum. Yine de mutfağa hiç uğramadım, diyemem. Öykü Gazetesi’nin Eylül 2017 sayısında, kitapta da bulunan “Biz Kime Benziyoruz?” isimli öyküm yer aldı.
Kitabınız yayımlandıktan sonra yakın çevrenizin, okuma-yazma uğraşınıza ilişkin tavırlarında değişiklik oldu mu? Yazıyla ilişkinizde ciddi olduğunuza ikna oldular mı? Kitap size bu anlamda bir özgürlük alanı kazandırdı mı?
Oldu, özellikle annemde. Onunla yaşıyorum. Pandemiden dolayı aylardır köydeydi, geleli birkaç hafta oluyor. Odamın kapısını aralayıp sürekli okurken, arada da yazarken her gördüğünde gözlerimi çok yorduğumu, biraz dinlenmemi söyler dururdu. Artık herhangi bir uyarıda bulunmuyor. Hatta ikinci kitabı ilk soranlardan oldu. Ayrıca kendisi geçtiğimiz yıl, elli beş yaşında okuma yazma öğrendiğinden kitabı ellerinde, o okurken görmek ayrı bir mutluluk.
Peki, bundan sonra?
Daha önce bir yerde belirttiğim gibi, yazmanın tadı farklı olsa da nihayetinde okuma eyleminden çalınan bir süre aynı zamanda. Bu açıdan öncelikle okuma eylemimden çok çalmak istemiyorum. Fakat yazıya kalan zamanda elimin altında neler olduğunu belirteyim: Bir roman, bir novella ve kitabın içinde üçleme olarak yer alan “Karacabey Kroniği”nin on beş öykülük geniş hali.