Feride Cihan Göktan

Bugün çok mutluymuş. Öyle dedi telefonda. Neden diye soramadım. Kim bilir belki güneşi hissetmiştir yüzünde belki de yeni bir aşktır. Kim bilir? Beni ilgilendirmez. Sadece “Ne güzel böyle hissetmen. Harika!” dedim. Kısa bir telefon konuşması bile olsa mutluluk bulaşıcı bir şey. Gülümseyerek yürüyorum şimdi. Başımı yukarı kaldırdım yine gülümseyerek, baktım bulutlar… Kara bulutlar geziniyor. Güneş aniden yok olmuş. Ama benim yanımda şemsiyem var. Bu yaşımda biliyorum artık güneş her an kapanabilir ve hatta sel olabilir. Telefondan gülümsemesi bana bulaşan genç kadın da zamanla öğrenecek bunu. Hayat böyle bir şey. Şemsiyeni unutmayacaksın. O kadar!

Yağmur başlamıştı. Cebimden çıkan adrese tekrar baktım. Gözlerim artık eskisi gibi değil bu ince küçük yazıları okumak için. Ama daha önce gözlükle o kadar çok okumuştum ki zaten bakar bakmaz o küçük yazıları okuyor zannediyorum kendimi. Bu sokak olmalı ve işte 55 numaralı ev. Kapıyı genç bir kız açtı soluk benizli ve incecik. O önde ben arkada daracık bir holden aniden geniş bir odanın kapısından içeriye doğru girerken soluk kız, Saliha Hanım, geldi dedi. Siyahlar giymiş ve başında siyah örtüsü ile bir kadın köşede. Kocaman siyah gözlükleri ve odanın yarı karanlık olması nedeniyle yüzünü görmek imkânsız. Kız sordu kahvenizi nasıl alırsınız diye. Şekerli dedim. Şekerin zararlı olduğunu biliyorum. Zararlı olduğunu bilerek bazı şeyleri yapmak. İnanmadığın şeyleri de yaparsın bazen. Şimdi yaptığım gibi. O sırada kahvem geldi. Falcı kadın, yağmur başladı değil mi, diye sordu kalın bir sesle. Neredeyse erkek sesi gibi. Evet, dedim. Hızlanacak gibi de duruyor. Cevap vermedi. Ben de zaten kahvemi hızlıca içip kapatmıştım o ara. Gök gürültüsü. Bir çift el. Damarlı ve uzun parmaklar. Fincandaki kaderimi didik didik edecek gibi duran sivri sivri siyah ojeli tırnaklar. Baktım yüzüne, şimdi gözlüğünü çıkarmış. Gözleri çukur çukur. Siyah iki tane yüzünün ortasında duruyor. Kaderimi okuyacak. Hiç inanmam oysa. Ama yapıyorum işte. Şekerli çay da içiyorum.

Bir dilek tut dedi o kalın siyahî sesiyle. Tuttum dedim. İstediğin olacak, dedi fincanı tabaktan ayırırken. Gülümsemişim. Sonra gözleri kahve fincanının içinde, tırnakları bir şeylerin üzerinde gezindi. Öylece durdu baktı. Yine baktı. Sonra yüzünün tam ortasında gibi duran o iki kara yuvarlağı fincandan ayırmadan, sen bir şeye çok sıkılmışsın dedi. Bak, fincanın dibine. Devam etti sonra. Sesi de gittikçe kalınlaşıyor ve kalınlaştıkça da boğuluyordu sanki. Ya da bana öyle geliyordu.

“Yuvanı biri sarsıyor. Deprem gibi sarsılıyor evin. Mutfakta sıkışıp kalmışsın. Bak işte,” dedi o sivri siyah tırnağı ile bir şey göstererek. Baktım. “Kim,” dedim, “görebiliyor musun?” Tam bir salak gibi hissettim kendimi o soruyu sorarken.

“Köpek başlı, yılan kuyruklu biri var burada. Mutfağın evyesine oturmuş, elinde de sanki kocaman bir şey var, ne ki bu?” dedi kendi kendine biraz daha fincanın içine yaklaşarak. Uzaklaşarak ve yaklaşarak devamlı bakış açısını değiştiriyordu.

“Evet evet, bu pırasa. Elinde püsküllü bir pırasa tutuyor ya da bilemedim başka bir şey de olabilir. Bana sanki pırasa gibi geldi, bak sen de bak.”

“Evet,” dedim, “pırasadır. Eşim pırasayı çok sever.”

“Bu kadın,” dedi, “oldukça genç ve senin yakınlarında. Bildiğin biri yani. Ufak tefek sarışın bir şey. Yılan gibi.”

Siyah göz çukurları daha da derinleşmişti sanki. Konuştukça elleri daha da damarlı geldi gözüme. Yağmur dışarıda şiddetini arttırmıştı. Ben kaskatı hiçbir şey söylemeden öylece duruyordum. O ara belki bir dakika süre ile sessizlik oldu. Bu sessizlikte hayatın akışı devam ediyordu tabii ki. Duvardaki saatin tik taklarından anlıyordunuz bunu. Sonra kadın gözlerini bana doğru kaldırarak kendinden çok emin, merak etme sana dönecek, dedi ve ilave etti: Seni seviyor, sensiz olamaz bu adam. Ben gülümseyerek teşekkür ettim. Ne gülümsemeydi ama!

“Soracağın bir şey var mı?” dedi yarı karanlık yüzüyle.

“Yok,” dedim. “Yok,” dedim tekrar. Ne sorabilirdim ki? Her şeyi öğrenmiştim. Aslında zaten biliyordum. Cüzdanımdan çıkarıp 500 TL verdim pardösümü getiren soluk yüzlü sıska kıza.

Yağmur iyice şiddetlenmişti. Bardaktan boşanırcasına. Şemsiyemi açtım ve kendimi köşede bekleyen taksiye attığımda cebim çaldı. Sabahki mutlu sesli arkadaşım. Bu sefer çok mutsuz. Biliyor musun beni terk etti, dedi ağlayarak. Bir şey olmaz dedim, sen de şemsiyeni aç benim gibi. Bilemiyorum anladı mı, ama zamanla anlar.

Eve döndüğümde akşam yemeği vakti yaklaşmıştı. Mutfağa koşturdum. Bir tencere zeytinyağlı pırasa ve havuçlu. Dünden beri demlenmekteydi buzdolabında. Neredeyse yirmi yıllık. Önce onu çıkardım oradan. Sonra da gidip olduğu gibi çöpe döktüm yıllar ile birlikte.

O günü unutmuyorum şimdi. O hiç dönmedi. O günden sonra hiç pırasa yapmadım Telefondaki o arkadaşım da artık yanından şemsiyesini eksik etmiyor benim gibi. Zaten yağmur da hiç o günkü gibi şiddetli yağmadı senelerdir.

Feride Cihan Göktan