Öğle, yerini akşamüstüne bırakıyor; devir teslim töreni bir. Güneş az öncekinden daha alçak, daha büyük görünen, kentin üstüne serilmiş bir sıcak. Geceye dek hissettirecek kendini. Bu sefer gün boyu kızmış, birikmiş toprak vuracak kente sıcağı. Mısır, Afrika’nın bir yerine ilişmiş, köşeli bir kara parçası şimdi sınırlandırılmış. Feyyum kenti, Nil’in yöresinde dolandığı vaha. Bu sarı kentin tozlanmış sıcağı kavruk tenli insanların bedenlerine yapışıp kalıyor. Kerpiçten olmalı. Kerpiçten evler güneşin altında, çölün ortasında beklemekten kızardı kızaracak.
Kadın, her defasında ertelediği (hakkında düşünmeyi bile) izini bir levhaya aktarmak işini gerçekleştirecek bugün. Resmi bir iş, ritüelin bir parçası. Ölüm sonrası kendisini beklediği yaşama geçişte, mumyalanan varlığına(?) iliştirilecek olan yüzünün dondurulmuş yansısını yaptıracak bugün.
Yerde oynayan çocuklara haber vermeden (bilsinler istemiyor) sıcağın yüzüne vuran varıyla atıyor kendini sokağa. Köşede, sıska, sinsi bir köpek uyukluyor. Deveyi andıran rengiyle tüyleri, sarı tozlu toprağın içinde bir leke gibi görünüyor. Üstüne üşüşen sinekleri kovalamak için -garip bir şekilde- baştan sona titrettiği derisi onu kıpırtılı bir leke ediyor orada. Bileklerine doladığı sandallar sarı toprağın üzerinde imliyor varlığını. Kavruk ayakları boyanıyor tozla hep. Pazar yerine giriyor. Kentliler evlerinin ihtiyaçlarını topluyorlar yaygılardan. Telaş. Şimdi, bana çok yabancı gelen dilleriyle konuşuyorlar. Kadın kalabalığı yarıyor bir akak gibi. Nil Nehri’nin dokunayazdığı bir kentin ferdi olmak bunu gerektirir diye düşünüyorum, öyle yakıştırıyorum. Portresini yapacak zanaatkârın atölyesi görünüyor.

Epey oluyor, masamdaki kitap yığınının arasında aranırken kömür karası gözleriyle bana bakan bir kadınla göz göze geldim: “Görünenle görenin karşılaşması.” Gür, siyah kaşlarının altına yerleştirilmiş kocaman gözlere sahip bu antik kadının kapağında durmakla yükümlü olduğu kitapçığı elime aldım. Evirip çevirdim, kimlerdenmiş, neyin nesiymiş öğrenemedim. Onu beklediği kitapçığın üzerinden çağırdım, defterimin kapağına yerleştirdim. Kadının peşini bırakmadım. Feyyum Portrelerinden sadece biri olduğunu ve esmer tenli kocaman gözlere sahip yaklaşık bin portre daha olduğunu öğrendim.
İlk başta kadının tüm canlılığının bakışlarında toplanmasının sebebini ressamın maharetine yordum. Ne var ki şimdi defterimde bekleyen bu kadın ve Mısır’ın Feyyum kentinde çıkarılan pek çok portrenin, mumyalanan cesetlerin üzerlerine yerleştirilen birer ‘kafa kağıdı’ olduğunu öğrenmemle, o bakışlarda ölüme atılan bakışı da görmüş oldum.
Bilmiyorum, başlangıçta anlatılan kadın benim karşılaştığım gözlerin sahibi miydi? Öyle olması beni heyecanlandırır, bu yüzden öyle varsayacağım bunu. O sıcak kentin ferdi/fertleri olan kadın ve bir sürü kadın, erkek (sanıyorum, diğerlerine göre ekonomik anlamda daha rahat olan insanlar) mumyalarının başlarına ölmeden önce yaptırdıkları resimlerini astırıyorlardı. Ölümden sonra yaşama inanmanın bir getirisi. Mısır’da, İskender’in fethinden sonra Yunanların, Romalıların var olan mumyalama geleneğine eklemlenmesi ve bu ritüelin evrilmesi. Masklar yerine varlığını daha çok belli eden resimler koymak bu gelişimin, etkinin göstergesi.
Bu portreler, Mısır’ın çeşitli bölgelerinde ama en çok Feyyum kentinde (bu yüzden isimleri Feyyum Portreleri olarak anılıyor) bulunduklarında dünya tarihinde yapılmış ilk portreler diye anıldı. Stilistik açıdan da oldukça canlı, yaşamı anıştıran portreler, sanatın sanat olmadığı bir döneminin, yapıt olarak değerlendirilmeyen cenaze ritüeli parçalarıydı yalnızca. John Berger da Sanatla Direniş’te resmi yapılan kişinin henüz “model” olmadığını, resmi yapan kişinin de “gelecekteki şöhretin simsarına dönüşmediğini” yazıyor. Sanat yapmaktan uzakta bir yerde duran bu resmetme eyleminde “anı yaşayan iki kişi ölüme hazırlık için işbirliği yapıyordu” sadece. Tıpkı ölmeden önce kefen parasını biriktiren ya da kefenini alıp o günün gelmesini bekleyen biri gibi. “Gömülmeye mahkum olan bu imgeler” ortaya çıktıklarında, artık görünür olduklarında, “günün birinde kaybedeceğini bildiği hayata yoğunlaşmış” bakışlarını onları görenlere doğru fırlatıyorlardı. Sanıyorum bu metnin müsebbibi de masamdaki yığının arasında karşılaştığım o portrelerden birinin bana fırlattığı bakış.
Feyyum Portreleri ölü resimleri olarak anılsa da portreleri yapılan kişiler resmin yapıldığı vakit ölü değillerdi. Onları ilginç kılan daha sonra birer mumya resimleri olmalarıydı. Bu portreler beni gerçek ölü resimlerine götürdü. Geldiğim yerde resmi yapılan ölü bir bedendi ve onun ölü olma halinin yakalanmasının ve saklanmasının son fırsatıydı. Zeynep Sayın, Ölüm Terbiyesi’nde annesinin ölüm hikayesini anlatırken ölenin artık annesi olmadığını, onun bir cesede dönüştüğünü söylüyor. Yapılan ölü-ceset resimleri de, sahipleri gömüldüklerinde, artık ayrışmaya başladıklarında, yani yok olduklarında birer imgeye dönüşüyor. Zeynep Sayın imge (imago) üretiminin cesetle başladığını, ilk heykellerin mezar taşları, ilk portrelerin de ölü maskları olduğunu vurguluyor.
Ölü resmi yapma güdüsünün sebebini az çok anlayabiliyorum. Orada yatan, -Zeynep Sayın’dan hareketle söyleyebileceğim ki- artık hal değiştiren ölünün-cesetin izini çıkarabilmenin, onu bir imgeye dönüştürmenin ilk basamağını gerçekleştirebilme işinin son fırsatının yakalanmış olması. Hatırasını tutmanın, onu saklamanın bir yolu sadece. Berger’ın O Ana Adanmış’ını okurken karşıma yazarın babasının tabutu başında onun birkaç çizimini yapmasına ilişkin anlattıkları çıktı. Berger da deneyimini anlatırken o anın biricik olmasını ve aciliyetini vurguluyordu. Orada yatan babasıyla arasında kalan tek ilişkinin artık o çizim olduğunu ve çizimin bir “ayrılık sahnesi”nden başka bir şey olmadığını söylüyordu. O çizimlerden birini duvarına asıp onu seyretmeye, onunla vakit geçirmeye başladığında ise babasıyla yaşadığı hatıraları aklına getiren, artık ona ölümü andıran bir imge olmadığını söylüyordu.

Mısırlı kadının kendi ölüm portresini yaptırma pratiği ile çizim kabiliyeti olan birinin karşısında yatan ölünün resmini yapmasında şüphesiz büyük bir fark var. Kadın ölüm sonrası yaşamın varlığına inandığı için böyle bir ritüeli uyguluyordu. Daha sonra, bilimciler tarafından meydana çıkarılan portreler, kişilerin imgesini de açığa çıkarmış oldu. Ölü resmi yapan birisi ise orada yatanla arasındaki bağı dondurma güdüsüyle yapıyordu çizimini. Ölenin ardından onun hatırasını yaşatacak herhangi bir nesne de kişinin imgesine bürünebilir. Ölen birinin yaşarken çektirdiği bir fotoğraf onun hatırasını yaşatabilir ve zamanla imgesine dönüşebilir. Sennur Sezer’in Annem ve Kuşlar şiiri, fotoğrafın bir imgeye dönüşebileceğini, annesinin bir zamanlar var olduğunu belirten bir hatırlatıcı olabileceğini gösterir. Annem ve Kuşlar, 1946/47 yılında, Eskişehir’de, soğuk bir kış mevsiminde, çocuğuna et yedirebilmek için kuşlara tuzak kurup avlayan bir annenin hayatı boyunca o yıl öldürdüğü kuşların borcunu başka kuşları besleyerek ödemesini anlatır. Bana kalırsa Annem ve Kuşlar bir yakınma şiiridir. Annenin ölümü sonrası onun kuşlarla çekilmiş bir fotoğrafının olmadığından yakınılır. Annenin kuşlarla birlikte çekilmiş bir fotoğrafı onun geriye bıraktığı imgesi olacaktı. Kuşlar da imgenin peşinden gelen hatırayı anıştıracaktı. Sadece çocuğuna değil saksılarına ve çiçeklerine de.
“Hiç düşünmemişiz annemin
Resmini kuşlarla çekmeyi
Kedileriyle de çekmedik ya
Resimsiz kaldı saksıları, çiçekleri
Annem de erkenden gitti.”
Cem Çakıcı