Kubilay Aktulum, Metinlerarası İlişkiler kitabında “en yeni ve en özgün sayılan bir metnin bile daha önce yazılmış bir metne dayandığı”nı söyler.[1] Edebiyatta birbirini andıran hikâyelerin olması doğaldır ve o eserleri birbirinden ayıran asıl özellik üsluptur. 16 yıl arayla yayımlanan iki roman olan Büyülü Dağ ve Tatar Çölü, birbirini anımsatan bir hikâyeyi anlatmakta ve o hikâye ekseninde iki roman da pek çok farklı konuyla birlikte “zaman” konusuna değinmektedir. Bu yazının amacı, üzerine pek çok şey söylenebilecek bu iki eseri sadece hikâyelerindeki benzerlikler, farklılıklar ve “zaman” konusunu ele alışları açısından karşılaştırmaktır.
Dino Buzzati’nin Tatar Çölü adlı romanı[2] bir yolculuk ile başlar ve yolculuğu yapan Giovanni Drogo, sadece gideceği yerin adını bilmektedir. Hem gidiş yolu konusunda çok emin değildir hem de ne zaman varacağına, vardığında nasıl bir yerle karşılaşacağına dair soru işaretleri vardır. Yolculuk temasının edebiyatta genel olarak yaşamı simgelediği düşünüldüğünde Drogo’nun bir belirsizlik içinde geçip gidecek yaşamı âdeta kitabın başındaki yolculukta ilk ipucunu vermektedir. Yani Tatar Çölü, her adımını/gününü fark ederek yaşasanız bile ilerlediğinizi/yaşlandığınızı kolay kolay anlayamadığınız, sürekli varmayı bekleyerek yol aldığınız, sonunda gördüğünüzden memnun kalmadığınız bir yolculuğun/yaşamın romanıdır.

Arka kapak yazısında da -hayatın anlamı ve insanın kaderini sorgulaması bağlamında- adı anılan Kafka’nın edebî tarzı, kitabın başlangıcında kendini gösterir. Başlangıçtaki yolculuğun içerdiği belirsizlikler ve Drogo’nun kaledeki ilk zamanlarında kaleden ayrılmak için bir süre beklemeye -zorunda olmadığı hissettirilerek- mecbur bırakılması bize Drogo’nun kalede sıkışıp kalacağını, istese de oradan ayrılamayacağını hissettirerek Kafka’nın anlatısına yaklaşır. Drogo’nun kalede kalmaya karar vermesi belki de romanın kilit noktalarından biridir. Bundan böyle kalede geçirilecek günler gizliden dayatılan bir zorunluluk olmaktan çıkmış, bir nevi gönüllü hapisliğe dönüşmüştür. Bundan böyle varlığın sorgulanması zaman, idealler ve kader bağlamında yürüyecektir. Özellikle zaman, Tatar Çölü’nün en çok üstünde durduğu konudur ve duruyormuş gibi görünen zamanın aslında akıp gittiği çok başarılı bir şekilde verilmiştir romanda.
Zaman konusunu temel meselelerinden biri olarak ele alan ve Tatar Çölü ile paralel bir akışa sahip olan bir diğer roman ise Thomas Mann’ın Büyülü Dağ’ıdır.[3] Büyülü Dağ da Tatar Çölü gibi ana karakterin uzun ve meşakkatli bir yolculuğa çıkmasıyla başlar. Her iki romanda da ana karakterler hayatlarının baharındadır. Büyülü Dağ’ın karakteri Hans Castorp, Drogo’nun aksine daha yola çıkarken kısa bir ziyarete niyetlenmiştir; Drogo ise kaleye vardığında, burada sadece kısa bir süre için kalmak istediğine karar verir. Her iki roman, zamana dair düşüncelere yer verir ama ikisinin de zamanla ilgili okuyucuya yaşattığı en temel duygu bu bölümlerde yer almaz. Zamana dair asıl vurgu şudur ki her iki romanda, kahramanın o kısacık ziyareti yıllarına mal olmuştur; işte bu, zamanın ölçülebilir görünmesine rağmen nasıl da yanıltıcı ve ölçülemez olduğunu gösteren en büyük delildir.
Einstein’ın 1905 yılında yayımlanan makalesinde ortaya koyduğu “teoriye göre bütün varlıklar ve varlığın fizikî olayları izafidir. Zaman, mekân, hareket, birbirlerinden bağımsız değildirler. Aksine bunların hepsi birbirine bağlı izafî olaylardır.”[4] Şehirden uzakta ve çok yüksek bir dağın yamacında yer alan sanatoryumda geçen Büyülü Dağ’da, mekânın değişmesi ile birlikte zamanı algılayışın da değiştiği karakterlerin konuşmaları üzerinden verilir:
“Burada insanların zamanlarıyla nasıl rahat ve hızlı oynadıklarını anlatsam inanmazsın. Onlara üç hafta bir gün gibi geliyor.” (s. 16)
“‘Ama bence burada zaman sizin açınızdan çabuk geçiyordur.’ diye fikir yürüttü. Joachim başını sallayarak ‘yavaş ya da hızlı, ne dersen de, demek istediğim, hiç geçmiyor, böyle bir zaman olamaz, bu hayat değil, hayır değil.’” (s. 26)
“zaman elimden kayıyor. Oysa aşağıda yaşadığında bizim yaşımızda bir yıl bile öylesine önem kazanıyor ve öylesine çok şeyi değiştirip ilerleme getiriyor ki. Bense burada eski bir su birikintisi gibi hareketsiz kalıyorum, kokuşmuş bir su birikintisi; çok acımasız bir karşılaştırma da sayılmaz.” (s. 28)
Örnekler çoğaltılabilir. Ancak özellikle son örnekte durağan, bekleyerek geçen bir hayatın su birikintisine benzetilmesi çok manidardır çünkü Tatar Çölü’nde de Drogo, kaledeki ilk gecesinde bir su damlasının ritmik sesini duyar. Ömrünün sonuna kadar kalacağı bu odada o su damlaması sesi hep olacaktır ancak Drogo o ilk gece uykuya geçişine engel olan bu sesin varlığına alışacaktır. Bu, okura açıkça söylenmez; kitabın başında ilk geceki ses kitabın sonunda Drogo kaleden ayrılmak zorunda kaldığında hatırlatılır ve o sesin hep orada olduğunu anlarız. Tıpkı geçen günler gibi. Birbirinin aynı günlerin geçişi sürekli damlayan suyun sesi gibidir. Günlerin geçişine alışırız ve ne kadar çok zaman geçtiğini anlamak için biriken suyu görmemiz gerekir.

Thomas Mann, Büyülü Dağ’da zamana dair düşüncelerini karakterlere söyletmekle yetinmez, “Zaman Duygusu Üzerine Arasöz” diye bir başlık açıp hikâyenin akışı içine kendi düşüncelerini yerleştirir. Mann, bu bölümde, zamanı algılayış biçimimizin yaşam şeklimizle bağlantılı olduğunu, alışkanlıkların zamanın hızlandığını düşünmemize sebep olduğunu açıklar. Alışkanlıkların belirlenmesinde büyük bir role sahip olan mekân da zamanın uzayıp kısalmasında etkilidir. Zaman-mekân arasındaki bu özdeşlik belki de romanların adının seçilmesinde bile etkili olmuş, karakterlerin biri dağda biri çölün kıyısında sıkışıp kalmaları onları şehrin rutininden uzaklaştırarak yazarlara, zamana dair daha çok söz söyleme imkânı tanımıştır.
Büyülü Dağ’da zaman konusuna dair düşünceler genellikle daha açıkça karakterlere söyletilerek veya yazarın sesi aracılığıyla verilirken Tatar Çölü’nde daha simgesel bir anlatım tercih edilmiştir. Tatar Çölü’nde, zamanın farkına varmadan geçişine ve hayatın elden yitip giden bir şey olduğuna dair en etkili bölüm Drogo’nun ilk nöbetinde geçirdiği, yazarın “zamanın önlenemez akışının başlangıcı” olacağını söylediği gecedir. Bu sözün devamında, yazar çocuklukta başlayan ve ufukta kurşun rengi denizin belirdiği bir yerde sona eren bir yürüyüşten bahseder. Neşeli başlayan ve yapayalnız sona eren bu yolculuk boyunca yürüyen kişi hep varmayı ummuştur. “İyi olan arkada, iyice arkada kalmış, o farkına varmadan geçip gitmiştir. Ah artık geri dönmek için vakit çok geçtir.” (s. 50) Yazar bunları söylerken geleceğini düşleyerek tatlı bir uykuya dalan Drogo’nun hayatının bir bekleyişle geçip gideceğinin ipucu yine kaledeki ilk günlerinde verilmiştir.
Tatar Çölü’nde zamanın akışı anlatılırken başvurulan yollardan biri de, aileyle kurulan bağların anlatılmasıdır. Drogo kaleye gelirken annesiyle birlikte oturdukları evden ayrılmış ve çocukluğunu da annesiyle birlikte evde bırakmıştır. Kaleye doğru yol alırken son kez dönüp geride bıraktığı kente ve evine baktığında annesinin, yokluğunda odasını aynı şekilde muhafaza edeceğini düşünür. “Demek ki annesi bir daha hiç geri gelmemek üzere yitip gitmiş bir mutluluğu olduğu gibi koruyabileceğine, zamanın akışını durdurabileceğine (…) inanıyordu.” (s. 8) Bu sözleri söyleyen Drogo mudur, yazarın sesi midir, belli değildir. Ancak Drogo’nun kitap boyunca geçen yaklaşık otuz yıl boyunca zamana dair pek kafa yorduğunu görmediğimiz için bu sözlerin ona ait olmadığını tahmin edebiliriz. Nitekim bir zamanlar kendisinin kaleye geldiği ilk gün Yüzbaşı Ortiz ile karşılaşmasına benzer bir karşılaşmayı, bu kez deneyimli yüzbaşı kendisi iken yaşadığında, ancak o zaman geçen zamanın farkına varır. O ana kadar “hiçbir şeyin eskisi gibi, yani önündeki zamanın kendisine upuzun bir dönem, harcamakla tükenmeyecek bir servet gibi göründüğü zamanlardaki gibi olmadığını görememektedir” (s. 198) bundan sonraki kısımlarda Drogo’nun fiziksel olarak eski gücünü ama bundan da mühimi heveslerini yitirdiği, yine de bunların ayırdında olmadığı söylenmiştir.
Giovanni Drogo, annesini, birlikte yaşadıkları evi, yani çocukluğunu geride bırakıp Bastiani kalesine genç bir teğmen olarak geldiğinden beri bir bekleyiş içinde ömrünün geçip gittiğini, artık sona geldiğini anladığında, hikâyenin/hayatın başına dönme arzusu ağır basar. Son gecesini geçireceği ve kendisini artık biten zamana teslim edeceği hana girmeden önce beşikte yatan bir bebek gördüğünde ona özlemle bakmasının nedeni de budur. “Hâlbuki o da bir zamanlar bu çocuk gibi uyumuş, o da zarif ve masum olmuştu. Kim bilir belki de hasta yaşlı bir subay acı bir şaşkınlıkla durup kendisine de bakmıştı.” (s. 226)
On iki yıllık bir çalışmanın ürünü olan ve 1924 yılında yayımlanan Büyülü Dağ ile 1940 yılında yayımlanan Tatar Çölü, pek çok farklı konu ile birlikte zaman konusunu da ele alan, ele aldıkları konuyu birbirini andıran hikâyeler ekseninde anlatan iki büyük eserdir. Zamanın göreliliği, geri döndürülemezliği, geçip gidişindeki sinsilik üzerine düşünmek isteyenlere yeni ufuklar açan bu iki eser, yazıldıkları zamanı aşarak “zamansız” eserler olmuştur.
Evşen Yıldız
[1] Kubilây Aktulum, Metinlerarası İlişkiler, Öteki Yayınları, Ankara 1999, s. 217
[2] Bu yazıda alıntıların yapıldığı baskı: Dino Buzzati, Tatar Çölü, çev. Hülya Tufan, İletişim Yayınları, İstanbul 2014, 13. Baskı.
[3] Bu yazıda alıntıların yapıldığı baskı: Thomas Mann, Büyülü Dağ, çev. İris Kantemir, Can Yayınları, e-kitap 1. Sürüm, İstanbul 2014.