“Dünyanın bir yarısının diğer yarısını dinlediğini düşünüyorum. Bazen konuşarak anlatmak zordur ama güzel bir melodiyi herkes anlar…”

Concha Buika

Herkesin bir tanışma hikâyesi vardır. Bir dostluk, aşk ya da düşmanlığın başlangıç resmi olabilir bu. Kimi anımsanmaya değerdir, kimi unutulur gider. Şiirler, romanlar, şarkılar için de aynı şeyi söylemek mümkün. Hayatımızda öyle ya da böyle iz bırakan her şey, onunla karşılaştığınız anı, hikâyeye dönüştürür. O halde buyurun benimkilerden birine…

İstiklal Caddesi’nin insanı her defasında farklı bir masalla kendine çektiği zamanlar. Bir ucundan bir ucuna yol alıp sonra aynı yolu tekrar yürümekten kendimizi alıkoyamadığımız, henüz “birkaç ağaç” için çocukların gözlerinin çıkarılıp nefeslerinin gazla tıkanmadığı zamanlar. Daha az ölüm görmüş, daha az çürümüştük henüz. Duyduğumuzda bazılarının sözlüğe bakıp anlamını öğrendiği “pandemi” kelimesi ise tüm dünya ile birlikte bizim de özgürlüğümüzün, sağlığımızın, ekmek teknemizin tepesine binmemişti daha. Ben daha gençtim. Kalbim daha temiz, umudum daha maviydi. İstiklal Caddesi’nin esrarengiz bir coşku ile harmanladığı masallarından birine denk gelmiş, akşamüstlerinin gariban halinden uzaklaşmıştım. Pek çok düşüm vardı ama bunlara dair elimde hiçbir şey yoktu. Umut etmekle vazgeçmek arasında gidip geliyordum. Şimdi kapalı olan kitapçılardan birinin önünde, içeriden dışarıya taşan esmer bir ses ile ağır adımlarımın durduğunu anımsıyorum. Çok uzaklardan pek yakına ilişen, kuvvetli bir sesti duyduğum. İçinde yıldızlı bir gecenin pırıltıları, aynı gecenin saklı kederi vardı. Sesin üzerimde yarattığı etki, duyduğum ezginin nahifliği ile kuvvetleniyordu. Soğukluğunu umursamayacağım bir sarhoşlukla kaldırıma oturmuş, bir sigara içimlik uzun bir seyahat etmiştim. Şarkı bitince bir süre oturduğum yerde kaldım. Mücadele etmeye devam edecek, düşlerimden vazgeçmeyecektim. Sonra kitapçıya girip şarkısını dinlediğim sesin sahibini sordum. O gün tanıştık onunla. Buika’yla.

Sonrasında hayatına dair öğrenebildiklerimle birlikte tanımadığım yakınlarımdan biri olan bir kadın o. Uzun adıyla, Maria Concepción Balboa Buika.

NPR tarafından dünyanın elli harika sesinden biri olarak seçilen, ödüllü albümlerin sahibi, konserlerin, turnelerin, düetlerin hatta filmlerin yıldızı bir kadın. Oysa hayatı pek de parlak başlamıyor doğduğu adada.

Akdeniz’in incisi olarak bilinen ve her sene milyonlarca turist ağırlayan Mayorka Adası, Concha’nın ailesi için bir sürgün durağı. Rejim karşıtlığı yüzünden Ekvator Gine’den ayrılmak zorunda kalan babası, ailesiyle birlikte soluğu bu adada alıyor, Concha burada dünyaya geliyor. Kimileri için rüya meskeni olan ada, onlar için zorlu koşulların adresi. Tekinsiz bir Çingene bölgesinde yaşayan tek siyahi aile için yoksulluk ve sefalet dolu bir yaşam var. Yadırgayıcı bakışlar arasında kalabalık bir aile canhıraş bir hayat mücadelesi sürüyor. Üstüne üstlük aileyi buraya taşıyan baba, Concha dokuz yaşındayken bir gün evden çıkıyor ve tam 26 sene boyunca geri gelmiyor. O günden sonra tüm yük, altı çocukla birlikte terk edilmiş bir kadın olan annesinin sırtına biniyor. Fahişeler, uyuşturucu satıcıları ve serserilerle dolu bir bölgede çocuklarını korumaya, doyurmaya, eğitmeye çalışıyor kadın.

Görülen o ki, önümüzdeki hikâye oldukça trajik. Ancak Concha Buika, tüm bu yaşananların pırıltısını engellemesine izin vermeyecek kadar yetenekli ve güçlü bir kız. Yaşadığı hayatın renklerini görme becerisine sahip. Zorluklar yerine adanın güzelliğini, çingenelerin özgür ruhunu, müziğin büyüleyici gücünü almayı seçiyor ve yaşanan ne varsa lehine çevirmeyi başarıyor.

Evde Gine türküleri söyleyen aynı zamanda caz tutkunu olan annesi, sokaklarda flamenko, komşudan aldığı piyano dersleri, okuldaki müzik etkinlikleri derken Concha 16 yaşında teyzesinin yerine çıktığı mahallenin blues barında sahnelerle tanışıyor. Sonrasında adanın ve Avrupa’nın eğlence merkezi olan İbiza’nın kulüplerinde boy gösteriyor. Onun için eğlenceli olduğu kadar buruk olan deneyim ise Las Vegas’a gitmesi ile başlıyor. Bir süre kumarhanelerde Tina Turner performansları ile sahne alıyor genç Concha. Renkli görünen Las Vegas, kendi tabiriyle “kırık hayallerin yeri” olarak belleğinde kalıyor.

2005 yılı onun için bir başlangıç meridyeni. Dro Atlantik Yapım Şirketi ile anlaşarak “Tamika” adlı albümünü çıkarıyor ve müzik kayıt kariyerine başlıyor. İlk albüm hak edilen sonucu vermese de yılmıyor Buika. Asıl sıçrama, bir sene sonra başarılı yapımcı Javier Limón’la tanışması ile olacak. 2006 yılında İspanya’da yüz binin üzerinde satış yapan “Mi Niña Lola” albümü çıkıyor. Öyle ki “Mi Niña Lola”, İspanyol Müzik Ödülleri’nde “En İyi Prodüksiyon” ve “En İyi İspanyolca Albüm” dallarında ödüle layık görülüyor. Üçüncü albümü “El Ultimo Trago” ise “En İyi Tropikal Albüm” dalında Grammy’yi getiriyor Buika’ya. Sonrasında kendi yazdığı şarkıların olduğu “Vivir Sin Miedo” albümünün yanısıra üç de ortak albümün içinde yer alıyor. Seal, Nelly Furtado gibi dünyaca ünlü şarkıcılarla birlikte yaptığı düetler, turneler ve sahne performansları ile sınırları aşan bir üne sahip oluyor Buika.

Caz, bolero, flamenko, funk, reggae, ragga, pop, R&B, afrobeat ve gospel gibi türleri özgün yaklaşımı ile harmanlayan bir sanatçı Buika. Tanrı vergisi puslu sesindeki melankoli, özgür ve renkli kişiliğini baskılamıyor. Şarkı söylemeyi, üretmeyi ve her ne olursa olsun hayata gülümsemeyi seviyor. Ve sonunda defalarca konser verdiği İstanbul dahil, dünyanın pek çok yerinde milyonlarca yüreğin yoldaşı oluyor.

“16 yaşımdan beri şarkı söylüyorum ve şimdi yaşadıklarım bir mucize gibi geliyor ama ben bunu hiçbir zaman hayal etmedim. Sadece şarkı söylemeye hep inandım ve o zamanlarda da sahnede olduğumda tüm dünyayı unutuyordum. Her ne yaşıyorsan onu kabul etmeli ve ben de her zaman yaşadıklarımla mutlu oldum. Şimdi düşlediklerim gerçekten de çok daha fazlası, ama işinizi inanarak yapıyorsanız eninde sonunda düşleriniz gerçekleşiyor… Benim düşüm müzik, albüm satışları, ya da Grammy ödülleri değil. Kendimi güzel şarkılarla düşlüyorum.”

Bir tanışma hikâyesi, bir var oluş mücadelesi ve siyah bir çingene ruhun o akşamüstü kucağıma bıraktığı koca bir düstur. “İşini inanarak yaparsan bir gün düşlediklerin gerçekleşir.”

Hande Çiğdemoğlu