
EB: Merhaba. Teşekkür ederim söyleşi teklifimi kabul ettiğiniz için.
MBÖ: Hoş geldiniz. Asıl ben teşekkür ederim. Doğrusunu isterseniz, hâlâ şoktayım. İlk duyduğumda, tamam, çok severim ama ne soracağımı bilmiyorum, gibi bir şeyler söyledim.
EB: Önce anlamadınız.
MBÖ: Hiç anlamadım ve tahmin de edemezdim. İki-üç defa söyledim, kafamda bir söyleşi kurgusu yok diye.
EB: Sonra düzelttiler.
MBÖ: Beni inandırmaları gerekti! Hatta, daha bu sabah bizi buluşturan hanımefendiyi aradım, şimdi o bana soru soracak, öyle olacak değil mi falan, dedim.
EB: Tam anlamıyla öyle olacak. Hazır mısınız?
MBÖ: Ne diyelim, bring it on!
EB: Şöyle başlamayı uygun gördüm: Birkaç yıldır görünüyorsunuz dergilerde. Kaç yıl, diyelim?
MBÖ: 2012’ydi ilk öyküm.
EB: On yıla yakın bir süre. Ama daha kitap çıkarmazdınız. Yazan insanlar -istisnaları vardır tabii- kitapları bir an önce çıksın isterler. Bir dosya yok mu henüz?
MBÖ: Bu ilk sorunuz aynı zamanda tek sorunuz olabilir. Yani bu konuda düşündüklerimi söylersem gün biter. Ben konuşmaktan sıkılmam ama siz dinlemekten yorulursunuz. Bu bakımdan pek dertliyim, sizin anlayacağınız!
EB: Nedir bu derdin kaynağı?
MBÖ: Nedir? Şudur: Ben kitabımı yayımlatmak için uğraşmaktan yoruldum, işin doğrusu.
EB: Birkaç defa reddedilmiş olmalısınız.
MBÖ: Pek çok defa. Hem de birkaç ayrı dosyayla.
EB: Sizce bunun sebebi ne olabilir?
MBÖ: Enis Bey, şimdi siz benim konuğumsunuz. Burada size sitemde bulunarak kabalık etmek istemem ama yayın dünyasından etkili biri olarak belki bu soruyu sizin cevaplamanız gerekir.
EB: Aslında ben sanıldığı kadar etkili değilim, o dediğiniz dünyada. Benim fikirlerimi dinlerler ama not alana nadiren rastlanır.
MBÖ: Öyle olsun…
EB: Şöyle düşünün. Öyküleriniz, denemeleriniz… Şiir var mıydı aralarında?
MBÖ: Var evet, sayıca daha az olmakla birlikte.
EB: Şimdi bu metinler çok iyi ya da yeteri kadar iyi olsa bir yayınevi bu durumdan faydalanmak istemez mi? Niye basmasınlar sizin kitabınızı? Bunu da sorabilirsiniz kendinize.
MBÖ: Yani suçlu benim öyle mi?
EB: Suçlu buraya uyan bir tanımlama olmaz. Demek istediğim şu: Bir yayınevi sizin kitabınızı basarak ses getireceğini bilirse, bunu yapar diye düşünüyorum. Ne dersiniz?
MBÖ: Ben de hep böyle düşündüm, evet.
EB: Yani edebiyatımıza nitelikli ve kalıcı bir eser kazandırma keyfi ve saygınlığından neden feragat etsin ki?
MBÖ: Buraya beni dövmeye mi geldiniz?
EB: Bir ayna tutuyorum, diyelim.
MBÖ: Teşekkür ederim. Ayna istesem içbükeyleri falan okurum.
EB: Ah, evet… iyiydi bu!
MBÖ: Bakın, Enis Bey, sizi yeteri kadar tanıdığımı sanıyorum. Günümüzde hazırlanan, piyasaya çıkan her kitabın nitelikli ve kalıcı olduğunu savunuyor olamazsınız.
EB: Tam öyle bir şey değil, benim dediğim. Başka bir açıdan bakalım. Sizin öyküleriniz yayımlanıyor. Sık sık dergilerde de çıkıyorsunuz.
MBÖ: Birkaç kez aynı sayıda da yer aldık.
EB: Öyle mi? Hiç farkında değilim.
MBÖ: Doğrusu olmanız hoşuma giderdi. Ama sizi de anlıyorum. Seçici olma zorunluluğu ya da ‘sıraya koyma’ mecburiyeti üzerine az kalem oynatmadınız.
EB: Teşekkür ederim. Dergilere dönersek, şimdi burada dergi ve mutfak analojisine sığınmak istemem ama öykülerinizin çeşitli dergilerde yayımlanıyor olması, onları kitaplaştırmak için yeterlidir şeklinde genel bir kabul var. Siz de bu görüşte misiniz?
MBÖ: Eskiden böyle düşünürdüm. Bunun doğru olmadığını yaşayarak gördüm. Üstelik bana şimdi komik gelen şeyler de var.
EB: Mesela?
MBÖ: Mesela, şöyle: Ben, ilk zamanlar, birkaç öyküm çıktıktan sonra biraz da safça, bir duyguya kapılmıştım. Yayınevlerinden telefonlar falan geleceğini sanıyordum. Beni hemen arayacaklardı. Yani bana, siz artık ayrıcalıklısınız, buradan buyurun, diğer kapıda beklemeyin, falan diyeceklerdi! Tabii ki böyle bir şey olmadı. Bu güzel bir hayaldi. Yayın dünyasının kendi göre bir işleyişi vardı ve benim bundan haberim yoktu!
EB: Bilmez miyim…
MBÖ: Ama hikayesi bu anlattığım şekilde gelişen arkadaşlarımız da var, iki öyküden sonra telefonları çalıyormuş, duyuyorum, ama işler bende öyle işlemedi. Yani şu ana kadar.
EB: Umutlu musunuz?
MBÖ: Ondan önce, şunu da ekleyeyim… Şöyle bir düşünce geliştirmiştim kendimce: Zaten birkaç öyküden sonra hemen kitap çıkarmak anlamlı da değil. Sanki bu -yani kişinin bir kitabı olması- çok özel bir durumdu ve iyice hak edilmesi gerekiyordu. Daha fazla birikimin olması gerekir, diye düşünüyordum. Daha fazla beklemek. Hak etmek…
EB: Anladım. Peki ya, umut?
MBÖ: Genel olarak umutluyum. Tabii bazen vazgeçecek gibi oluyorum. Duruyorum. Ama bu basit bir esten öteye gitmiyor.
EB: Bu söyleşi için oldukça hazırlıklı gibiyiz.
MBÖ: Bilmem, belki de… Dergi editörlerinden gelen ret yanıtlarına ya da hiç yanıt gelmemesine alıştık. Ama öbürü kötü oluyor. Yayınevlerinden yani. 5-6 ay bekledikten sonra -bekleme süresinin uzunluğu umudu da arttıran bir şey bu durumda- maalesef’le başlayan bir mail almak… O biraz koyuyor.
EB: O zaman bir soğuma geliyordur. Herhalde bu iş olmayacak duygusu…
MBÖ: Tabii bir soğuma oluyor. Böyle durumlarda ben de açıp Stanley ve Iris’i izliyorum.
EB: Bu çok tipik bir durum. Pek çok kişinin yaşadığı türden bir bezginlik. Büyük ihtimalle sürecin olağan akışı içinde var.
MBÖ: Bezginlik dediniz ya… Bunu yaşıyorum evet ama sonra atlatıyorum. Aslında bir gün kitabımın basılacağını düşünüyorum. İnanıyorum buna. Bu söyleşide bunu dile getirmiş olayım. Yoksa şu yaptığımıza (yaptığıma) de cesaret edemezdim.
EB: Geleceğe kalması bakımından…
MBÖ: Yani, öyle de denilebilir, evet.
EB: Tam anlamadım. Bir anlam mı atfediyorsunuz bu söyleşiye? Bu soy bir söyleşinin nasıl bir anlamı olabilir?
MBÖ: Petrarca’ya mektup yazan biri mi söylüyor bunu?
EB: O da doğru. Yazının şehveti, diyelim… Soruyor musunuz, ne oluyor diye… Bir açıklama yapıyorlar mı?
MBÖ: Yayınevleri mi?
EB: Yayınevleri, dergiler… Ulaştığınız editörler.
MBÖ: Enis Bey, siz bu sorulara binlerce kez muhatap olmuş olmalısınız. Ben de işin bu tarafında tecrübe kazandım diyebilirim. Yayınevlerine dosya gönderen arkadaşlar, gençler hazırlıklı olsunlar, önlerinde hiç yanıt alamamaktan, saygılı ve empati hissiyle yazılmış kısa notlara uzanan geniş bir yelpaze bulacaklar. Ama dergilerde göründükçe yanıtların biraz da belirgin bir tonda geldiğini söyleyebilirim.
EB: Yani bir açıklama yapmıyorlar…
MBÖ: Yani… Çoğu, diyelim. Bir keresinde üst üste öyküler göndererek bir dergiyi usandırmıştım. Sonunda editör bana, artık bize yollamayın, anlamına gelecek bir şeyler yazdıktan sonra şunu eklemiş mailine: Anlaşılan, biz sizin okurunuz olamıyoruz… Bu reddedişteki nezaketi unutamam.
EB: Çok mail gelir, çok dosya… İnanamazsınız.
MBÖ: Biliyorum, bütün dosyalara bir gerekçeli karar yazmak zor olurdu. Herkesin yıllık bir programı, kapasitesi var. Onun dışında editöryel anlamda anlayışlar farklı olabiliyor. Görünen o ki benim metinlerim henüz o programların ve anlayışların dışında kalıyor.
EB: Belki biraz daha zaman gerekiyor.
MBÖ: Belki… Belki ben biraz yavaş yol alıyorum. İlk başlarda sayardım, iki öykü çıktı, üç öykü çıktı, şu da yayımlanırsa dört olacak, falan diye… Çocuk gibi…
EB: Heyecan meselesi.
MBÖ: Evet, sonra saymayı bıraktım. Ama bugün bir mail gelse, öykünüz yeni sayımızda yayımlanacak diye, gene heyecanlanırım.
EB: Pandemi döneminde çalışabildiniz mi? Yani metinleriniz üzerine, demek istiyorum.
MBÖ: Çalıştım sanırım. Ha, şunu söylemek isterim, sizi yakalamışken: Biliyorsunuz, ilk dönem uzun bir süre kimse kitap almadı. Kargo çalışanları açısından. Benim salgından hemen önce gelen kitaplarımın arasında İnziva Burçları da vardı. O kitabı Nisan’da okudum. Yani mecburi münzeviliğin ilk dönemini adında inziva olan bir kitapla geçirdim. Bu bir tür Hayat ve Edebiyat kesişmesi gibi geldi bana.
EB: Güzelmiş bu. Başarılar diliyorum size yolunuzda.
MBÖ: Teşekkür ederim. Sağlıklı ve bol kitaplı günler dilerim.
* Muhayyel bir mülakatın zabıtları.