Öznur Unat

Hulki babanın cansız bedeni henüz soğumamıştı. Arka odada, divanın üstünde boylu boyunca yatıyordu. Sarıya çalmış yüzünün hafif aralık duran ağzından beyaz bir sıvı sızmış, dudağının kenarında bir yerde donup kalmıştı. Neydi ki bu? Yanında yarım kalan sütlü ekmek tası olduğuna göre zavallı Hulki baba son nefesini verirken annemin elinden yine zorla sütlü ekmek yiyor olmalıydı. “Ah Hulki, sütlü ekmeğini yiyemeden öldün!” diye ah çeken annemin üzüntüsünün içinde şüphesiz bu yarım kalmışlık da vardı.

Kardeşim babasının başında içli içli ağlıyordu. Bense mutfakta, sıradan bir günün rutin işlerinin dışına çıkmadan bulaşık yıkıyordum. Dışarıdan bakan biri için benim bu halim çok tuhaf, hatta bir mutfak robotu misali hissiz bulunabilirdi. Ama parçası olmak istemediğiniz durumları siz de hiç yaşamadınız mı hayatınızda?

Hulki baba bir yıldır hastaydı. Geçirdiği kalp krizi onu yatağa mahkûm etmiş, yılların yorduğu vücudu bir daha toparlanamamıştı. Durumunun günden güne kötüye gittiğini bilen annem, bir yandan ona bebeği gibi bakarken bir yandan da öldükten sonrasını planlamaya başlamıştı bile.

Annemin mutfak penceresi apartman boşluğuna baktığı için karanlıktır, hiç güneş almaz. Tezgâh o kadar dardır ki üzerine iki tabak ancak sığar. “Kadınların sarayı” denilen mutfak, bu haliyle bütün ömrünün cefasının devamı gibidir. Ocağın üstünde duran kirli süt tenceresi muhtemelen dün geceden kalmıştı. Taşan sütün kaymağı tencerenin kenarına ve ocağın üstüne öyle bir yapışmıştı ki bunu ancak telle ovarak temizleyebilirdim. Peynirler, zeytinler ve akşamdan kalan diğer öteberi rastgele, ele ilk gelen tabaklara, kapaksız kutulara konmuştu. Peynirler sararmış, doğranmış domatesler içe doğru büzüşmüş bir halde küçük tezgâhta öylece duruyordu. “Kediler bile bu sararmış ve sertleşmiş peyniri beğenip yemez, en iyisi çöpe atmak ama önce bulaşığı bitireyim” diye düşündüm.

Annem belirdi o sırada mutfak kapısında. Bodoslama girdi aylardır kafasında kurduğu belli olan konuya: Hulki Baba ebedi uykusuna nerede yatacak?

“Ben düşündüm de Zeynep, babanı babanın üstüne gömelim kızım. Ben Hulki’yi anasının mezarına yatırmam. Ne çekti bu adam yıllarca onlardan. Bir de mezarında mı çeksin? Senin baban cennetlikti. Hulki de cennetlik. İki koca gördüm ben kızım. İkisi de öldü. İkisi de cennetlik. Bak bunu ben söylemiyorum. Allah söyletiyor bana.”

Allah, Allah, Allah… Allah Allaahh! Her sıkıştığında başvurduğun baba. Onun sesi tüm sesleri bastırmalı değil mi? Onun sesi, isteklerine ulaşmak için kullandığın otoritenin güçlü sesi. İçimden öfkeyle bunları geçirsem de anneme söylersem yaşanacaklar belliydi.

“Değişmeyecek şeyler için susmak, insanlarla anlaşmanın en iyi yoludur Zeynep” diyen babaannemi hatırlayarak sustum.

“Ne dediğimi duydun mu Zeynep?”

“Duydum anne.”

“E niye susuyorsun?”

İçeride Nihal’in sesi hâlâ kesilmemişti. Hepimizin yerine o ağlıyordu sanki. Annem daha önemli işlerle meşguldü. Hulki babanın son istirahatinde yatacağı mekân mühim hadiseydi. Cennete gitmek önemli ve bunun belirleyicisi yattığın yerdir! Eğer benim babamın üzerine yatarsa o çukur cennet, ama annesinin üzerine yatarsa vay haline, cehennem. E peki kendi günah ve sevaplarına ne olacak? Mesela kendi günahları için cehennem ateşine ihtiyaç varsa o alevler babamın cennet mezarına sıçrayacak mı?

“Zeynep, kızım ne düşünüyorsun? Yer senin, karar senin. Ben karışmam. Ama annem ne diyor dersen, iki koca gördüm ben. İkisini de sevdim. İkisi de öldü. Hem onlar akraba da sayılır. Saadet halayı biliyosun. Hala-dayı çocuklarının torunları onlar. Baban sağ olaydı, o da öyle isterdi. Hem kızım, o da baban, bu da baban. Sana hep babalık yapmadı mı? Evlatlarından ayırmadı seni. Onun yeri, babanın mezarı. Bak Allah söyletiyor bana bunları.”

“…”

Ya anne, gitsene başımdan, gitsene içeri ya! Yasın yok mu senin? Git ağla biraz. Akıt içindeki kırgınlıkları, pişmanlıkları. Olmasını isteyip olduramadığın her şeyi gözyaşına çevirip atsana bedeninden. Sussana iki dakika anne! Neden hep senin kararların en doğru, neden öldükten sonrasını bile kontrol etmeye çalışırsın? Neden dünyada babamla aramda kalan tek somut yere başkasını ortak ediyorsun? Ve neden bu işin kararı bana bırakılacakmış gibi yapıyorsun bunu? Bu kimin kararı anne!

Bulaşıkları ip gibi akan musluk suyunda, üzerlerindeki kayganlık gidinceye kadar yıkayıp kafamdaki düşüncelerle birlikte durulamaya devam ettim. Bu düzen bozucu düşüncelerimin de lavabonun deliğinden su gibi akıp gittiğini hayal etmeye çalıştım. Bu saçmalığa en kısa zamanda bir son vermek gerekirdi ama veremedim. Zihnimde ettiğim kavga bile beni bu kadar yormuşken, düşüncelerimin sese bürünüp annemle çarpışacağı, kazananı olmayacak bu savaşa gücüm yoktu. Söyleyeceklerimin acısıyla, o can çekişip ümitsizce çırpınırken “Oh işte ben haklıyım,” diyerek zaferimin tadını nasıl çıkarırdım? Annemle aramızda sırat köprüsü kadar küçük bir mesafe vardı. O köprüyü geçebilsek, birbirimizin cennetinde buluşacaktık ama sırat köprüsü işte, geçmesi zor.

Beynimde yükselen sesleri duymazdan gelerek, anneme cevap vermeksizin, derin bir sessizlik içinde işimi yapmaya devam ettim. Sol elimin parmakları çay bardağının içini ovalarken sağ elimle bardağı döndürerek akıttım deterjan kalıntılarını. O kayganlık hissi geçinceye kadar durulamak istedim. Biraz daha, biraz daha, biraz daha…

“Ah!”

Kırılan çay bardağı elimle beraber annemin sesini de kesti. Kanayan parmağımı tutup bulaşıkları bıraktım.

“Ayy eline bir şey oldu mu kızım? Bırak, bırak! Elin kanamış işte! İyidir ama bardak kırılması. Kötü enerji çıktı gitti üstümüzden. Hayırlara gitsin. Üzülme. Zaten baban ölmüş, burada bulaşık yıkıyorsun ya! Bırak Allah aşkına. Şimdi komşular gelir. Şimdi bunun boyu devrilesi ablası gelir. Hem ablası dururken Hulki öldü. Ölmez o kadın, ölmez! Kötülere bir şey olmaz. Ne çektiyse ailesinden çekti zaten zavallı Hulki. Ah sütlü ekmeğini bile yiyemeden öldün. Ah Hulki yatırmayacağım seni annenin mezarında, korkma!”

Nihal’in yanına gittim. Hulki babanın elini tutmuş usul usul ağlıyordu. Başında çiçekli bir yemeni vardı. Yemeninin ucunu ince boynunun arkasından geçirip ensesinde bağlamıştı. Başı öne eğik, ip gibi yaşlar dökülüyordu gözlerinden. “Babacığım,” diyordu ağlarken, “babacığım, babacığım!”

“Ağlama kardeşim,” dedim. Aslında evde bir kişi ağlasa ele güne karşı iyi olur diye içimden geçirdiysem de o mahzun duruşu içimi burktu ve ben de döküldüm. En nihayet kapı çalındı. Belediyeydi gelen. Hulki babayı aldılar. Apartmandan indirilirken annem pencereye çıktı. “Hulkiii, Hulkiii! Nereye gidiyorsun bizi bırakıp,” diye ağlamaya başladı.

Hulki baba sen şimdi nereye gidiyorsun bilmiyorum da bu merasim bitsin ve kendi evime döneyim. Eve gidip bir sigara yakayım. Votkanın içine yarım şişe soda katıp, yarım portakalın da suyunu sıkayım. Bundan üç tane içersem, başım dönmeye başlar, belki bulunduğum yerde sızarım. Hatta gözümü yeniden dünyaya açtığımda nerede yattığını mümkünse bilmemiş olayım. Hatta herkesi yaksalar küllerini denize savursalar da mezar diye bir şey olmasa. Küresel ısınmaya faydalı mı bu, zararlı mı acaba?

“Abla?”

“Efendim.”

“Ne düşünüyorsun?”

“Ne mi düşünüyorum?”

“Babam, yani babamın mezarı konusunda ne düşünüyorsun?”

“He o konu. Elbette Hulki babam, babamla yatacak. Üstelik sağ olsa o da böyle isterdi değil mi?”

“Seni seviyorum ablacım.”

“Ben de seni kardeşim, ben de seni!”

Öznur Unat