Lado Tevdoradze, 2008

Çağımız girişim çağı. Ve ben bunu genç yaşta keşfedenlerdenim.

12 Eylül sonrasında, İzmir’de, Piyale fabrikasında çalışıyorum. Bir arkadaşımız Piyale’nin serigraf işini almış; bir başka arkadaşım Ömer Egi’yle makarna ve un çuvallarına serigraf baskı yapıyoruz. İş kolay; baskı kumaşına boyayı koyuyorsun, çuvalı yayıyorsun, cırt diye çekiyorsun. Bitti; Piyale adı, ağız tadı… Fakat girişim dediğin şey çuvalın üstünde durduğu gibi durmuyor, çuvala sığmıyor. İnsan, boyanın, rengin, reklamın cazibesine kapılıyor, gaza geliyor. Nitekim biz de o cezbeye kapıldık. Ulan elimizin altında böyle bir alet varken niye olmasın dedik. Sizi temin ederim ki fikir benden çıkmadı, Ömer’den çıktı.

“Oğlum, Denizlispor şampiyon oluyor,” dedi.

“Ee?”

“Toptan tişört fiyatlarını biliyor musun?”

Ne alakası var ve nereden bileyim? Dört liraymış. Gittik senetle yirmi bin adet (rakamla 20.000) tişört aldık. Ömer becerikliydi, bir yerlerden bir horoz resmi buldu, altına da afili bir “Şampiyon Denizli” çektik, bir hafta geceli gündüzlü çalıştık, oldu bitti…

Hesap şu; Denizlispor’un ikinci lig şampiyonluğu garanti ya, maç günü Denizli’ye gideceğiz, yirmi bin tişörtün her birini 10 liradan okutup deli para yapacağız; kılçıksız 120.000…

Bir gün önceden gidip Vatan Oteli’ne yerleşiyoruz. Vatan Oteli vizyonsuzların sığınağı. Yıkılmak üzereymiş gibi duran, iki katlı, teneke-ahşap kırması, yanlamış bir bina. Girişte bir teyze taze fasulye ayıklıyor. Sepelek bir oğlu var, bizi odaya çıkarıyor; oda dökülüyor. Aydınlık geleceğimizi doldurduğumuz koliler alt katta duruyor.

Sabah bir şevkle uyanıp kolileri stadyumun önüne yıkıyoruz. Öğleye doğru bir hareketlenme başlıyor; sevgili Denizli taraftarları stadyuma buyuruyorlar. Birkaç saat sonra ortalık ana baba gününe dönüyor. Binlerce, on binlerce insan kalabalığı. O kalabalığa ses yetiştirmek kolay değil. Avazımız çıktığı kadar bağırıyoruz: “Şampiyon Denizliii.”

Sonra bir çocuk yaklaşıyor, bir tişört satın alıyor. Başka da kimse yaklaşmıyor…

Belki maç çıkışında satarız diyoruz. Maç başlıyor, bitiyor, çıkışta da kimse yanımıza uğramıyor. Hayır, o değil de bilemiyoruz; pazarlamamız mı kötü, yeterince çığırtkanlık edemiyor muyuz; bilemiyoruz.

Sonuçta 19.999 tişört elimizde kalıyor. Denizli çarşısına iniyoruz, pazar günü açık dükkan arıyoruz. Neyse ki var! Bir kumaşçıya tişörtleri aldığımız fiyata okutuyoruz. Otele dönüp eşyalarımızı topluyoruz. Elde var sıfır…

Fakat bize en çok koyan şu oluyor; stadyumun önünde kar helvası satan adam var ya; işte o adamın girişim doğruluğu… Tek bir katırla gelmiş. Katırın iki yanında heybe. Heybelerin içi kar-buz dolu. Karcı Dağı’ndan getirmiş buzları; üstüne pekmez koklatıp satıyor. Sonra birinci katırın heybeleri boşalıyor, ikinci katır geliyor. Karı buzu testereyle kesiyor; çocuklar katırın önünde kuyruk oluyor.

Bu heybetli Karcı Dağı’nı şair arkadaşım Halim Yazıcı şiirlerinde iyi anlatır. Yıllarca Denizli’de yaşadı, çocuklara piyano buldu, sokak tiyatrosunu tanıttı, emeği geçti.

Sonra ne oldu derseniz, bir şey olmadı. Yalnızca arkadaşlıklar ve Denizli’deki Vatan Oteli aklımda kaldı. Yıllarca zihnimde bir yük olarak benimle yaşadı. Sonra yükümü Gülhisarlı Terziler’i yazarken boşalttım. Öyle bir oteldi.

***

Otel deyince aklıma 12 Eylül gecesi gelir.

O gece Kuşadası’nda, Öküz Mehmed Paşa’nın Kervansaray’ında konaklıyorduk. Bu Öküz Mehmed Paşa ilginç adammış. Rüşvet almazlığıyla ünlenmiş. Osmanlı mimarisinin türlü nedenlerle merkezin dışına kaydığı 17. yüzyılda o da gözünü taşraya dikmiş ki Ulukışla Han’ını da bozkırın ortasına mütevazı bir heybet olarak diktirmiş.

İşte 12 Eylül gecesi bu adamın banisi olduğu oteldeyiz. Kuşadası’nda o zamanlar dev oteller, her şey dahiller, animasyonlar, beachcluplar filan yok, dutluklar var. Bir de tabii, darbenin çok yaklaşan ayak sesleri var. 79 1 Mayıs mitingi İzmir’de, 80 1 Mayıs’ı Muğla’da yapılmış. Sonrası gelmedi ki gelseydi herhalde Rodos’ta olurdu.

Önceki günümüz güzel geçmişti. Sokak oyunları izlemiş, Yavuz Özkan’ın Demiryol filmini seyretmiş, Barış Derneği’nin düzenlediği panellerde konuşulanları dinlemiştik. Bir sonraki günümüz ve gecemiz de güzeldi. Kaledeki konserde uvertür olarak iki şarkı çalıp söylemiştim. Önlerde Ataol Behramoğlu’nun oturduğunu görünce sınırlı repertuarımda bir değişiklik yaptım, onun bir şiiri üstüne yazdığım şarkıyı okudum. Karşılığını aldım ama. Çıkışta birlikte yürüdük, beni biraz övdü, ben de sevindim. Daha yirmi bir yaşındaydım. O gazla Öküz Mehmed Paşa’nın kervansarayına uçarak girdim.

Oda arkadaşım oyuncu Ümit Bakış… Birbirimizi iyi tanıyoruz, muhabbet, mavra gani. Gecenin üçü mü dördü mü bilmiyorum, hâlâ uyanığız. Oda kapısı, birden, menteşelerinden boşalmış gibi açılıyor. Oyuncu Macit Sonkan rüzgar gibi dalıyor içeri ve davudî sesiyle gecenin içine eden bir durum açıklaması yapıyor:

“Arkadaşlar, faşizm geldi!”

Önce susuyoruz. Bir yanlış anlama olmuştur filan diye düşünüyoruz. Elbette bunu yıllardır konuşuyoruz, bekliyoruz ama Mustafa Kenan Aybastı’nın Devrimden Sonra filmindeki devrim kadar sürprizli bir şey olmasını, yani o gün olmasını beklemiyoruz.

Velhasıl 12 Eylül’ü böyle idrak ediyoruz işte. Sevgili Ümit Bakış’la sabaha kadar titriyoruz mücrim gibi baktıkça istikbalimize.

***

Otel mevzuunu şairler didik didik etmiştir. Bu yazının kaderinin garip bir cilvesi de Çamlıbel’in Han Duvarları şiirinin mekânının, Öküz Mehmed Paşa’nın Ulukışla Kervansarayı olmasıdır. Bu uzun şiir, nedense bende hep coğrafi dakiklik duygusu uyandırdı. Belki çocukluğumda ezberlemeye kalkıştığımdan olabilir. Ezber dediğimiz şey bir takım köşe taşları, nirengiler üstüne kurulur ya. “Gidiyorum gurbeti gönlümde duya duya…” Yoksa gidemezsin.

Sonra Nazım’da çok otel vardır; özellikle son şiirlerinde. Galiba gurbetle, gariplikle ilgili bir şey bu. İnsanın başkaları tarafından yabancı görüldüğünü bilmesine ilişkin bir duygu. Mesela Yahya Kemal’de böyle yerleşik bir tema yok. Ama onun da hayatı otel…

Aslında otelleri menajerlere sormak lazım. Anlaşmalı ve ucuz olanları tabii… Yirmi, yirmi beş yıl kadar önce bizim de işlerimize bakan bir menajer arkadaşımız, bir büyük romancımızı, şairimizi (kimse alınmasın, rahmetli oldu) gecenin bir yarısında otele bırakırken yolda kulağına eğilip şöyle der:

“Abi, tek oda var, birlikte kalacağız!”

“Terlik var mı?”

“Bilmem abi, vardır herhalde.”

“Naylon mu?”

“Değildir herhalde abi.”

“Ulan ben karımla bile aynı odada yatmıyorum, seninle niye yatayım?”

***

Oteller sıradan hayatımızın dışında kalan mekânlar. İçilir, sıçılır, hayallere dalınır, mavra yapılır, olaylara gebedir. Aynı gece hem lavaboyu kıran hem de duşakabini yıkıp yerle bir eden arkadaşlarım var benim.

Otellere sık yolu düşenler çok severler. Ben de çok severim. İnsana dünyadaki yalnızlığını, garipliğini hatırlatırlar. Hatırlatmakla da kalmaz, başına kakarlar. Fakat bu başa kakmalar garipler için tatlı okşamalardır.

***

Bu yazıda taşramızdan, Kınık’tan biraz uzaklaştık. Ne diyeyim, döneriz inşallah.

Ama demiştik, zamanın dışında olmak da taşralılıktır. Hatta edebiyatın kendisi de iletişim denen şeyin bir nevi cilalı taşrasıdır.

Hüsnü Arkan