
Burnu soğuktan buz tutmuş, ellerini küçük sincaplar gibi montunun kol ağızlarından içeriye ılık boşluğa çekiyor. Bu haliyle kendilerine büyük gelen montların içinde gelecekten ödünç bir bedende büyüyen çocukları andırıyor. Kampüsten çıkıyor, yokuş aşağı yürümeye devam ediyor. Kar taneleri yanaklarına düşer düşmez eriyor. Dudakları küçük bir baca gibi dumanını kristal havaya üflüyor. Evlerin çatıları, çöp kutularının üzeri, park halindeki arabaların tepeleri bembeyaz. Biraz dikkatli bakınca yiyecek arayan kuşların ayak izlerini görüyor. Güneşin yeryüzüne en cömert davrandığı saatler. Işık kar öbeklerinin üzerinden sekip cadde boyunca sıralanmış dükkânların vitrinini boyuyor.
Kafenin içinde ıslak mont ve ayakkabı kokusu fırından yeni çıkmış kurabiye kokusuna karışmış. Masalar öğrencilerle dolu. Kendi bölümünden kimseyi görmeyince rahatlıyor. Duvarlarda 80’lerin film afişleri asılı. Jack Nicholson kapının içinden kafasını çıkarmaya çalışırken, yuvalarından fırlamış gözleriyle yan posterdeki güneş gözlüklü Tom Cruise’a bakıyor. Bu bakış bugün bile tüylerini diken diken ediyor. Cinnetin efsane hali. Filmi izlerken ne kadar korktuğunu, korktukça ona nasıl usul usul sokulduğunu hatırlıyor. Nemli penye tişörtünü, bağdaş kurmuş bacaklarındaki tüyleri, parfümünü, karışık saçlarını, ellerini…
“Hoşgeldiniz, nasıl yardımcı olabilirim?” Yumuşacık bir ses onu anılarından çekip çıkarıyor. Sesin sahibi genç kız kahve siparişini alırken gözlerini ondan ayırmıyor. Kahvenin yanına kafeyi kokusuyla dolduran zencefilli kurabiyelerden istiyor. Cam kenarındaki masaların birinden asık suratlı bir çift kalkıyor. Hemen gidip masaya yerleşiyor. Masadaki iki boş fincan onlar hakkında minik ipuçları veriyor. Ruj lekeli fincanda kahve içilmiş. Sade. Rujun kırmızısı fincanda tek bir noktada yoğunlaşmış. Kadın dikkatli ve titiz. Diğerinde sallama poşetin ipi fincanın kulbuna iki tur sarılmış. Erkek işini sağlama alan biri. Belli. Gülümsüyor, tıpkı onun gibi diye düşünüyor. Sallama çayın ipi fincanın içine kaçınca sinirlenenlerden. Sonra ipi çıkarmaya çalışırken parmağı yanınca tepesi atar, etrafındaki her şeyde bir kusur aramaya girişirdi. Tartışmaya başlardık, kahvem buz gibi olurdu, her zamanki gibi. Az önce kasada sipariş alan kız kahvesini ve kurabiyesini masaya bırakıyor, kirli fincanları da alıp uzaklaşıyor. Saçlarını tepeden gelişigüzel toplamış kız, bir kalemle sabitlemiş. Katıksız bir zarafet. Uzun uzun bakıyor arkasından. Kahvesine iki küp şeker atıp karıştırıyor. Camdan içeriye sızan kış güneşi kahve fincanının girdabında yok oluyor. Girdabın kahverengi köpüklü kıvrımlarını gözleriyle takip ediyor, pusuda bekleyen bir anıya doğru hızla çekiliyor…
Bir yaz günü öğleden sonra. Fakültede son dersler de biteli bir hafta olmuş. Öğrencilerin olmadığı kampüs çiçeksiz bir bahçeye benziyor. Ana binaya giriyor, ofisinden alması gereken birkaç eşya var. İkindi güneşi, ikinci katın koridoru boyunca uzanan sağlı sollu büyük vitray camlardaki kuşları seramik karoların üzerine yansıtıyor. Kuşların renkli kanatlarına basmadan, incitmekten korkar gibi yürümeye çalışıyor. Ofislerden birinden Vivaldi’nin Dört Mevsim Konçertosu duyuluyor. Kışın ikinci bölümü, ikisinin en sevdiği bölüm. Adımları hızlanıyor, topuklarının sesi boş koridorda yankılanıyor. Onun ofisinin önüne gelince duraklıyor. Yavaşça kapıyı aralıyor. Adamın elleri kucağındaki kızın incecik belinde. Parmağındaki evlilik yüzüğünü görüyor. Üç yıl önceki o sağanak yağmurlu günü, tek bir şemsiyenin altında birleşmiş ellerini, köşedeki kuyumcuya girdikleri anı hatırlıyor. Sonra kızın tepeden kurşun kalemle tutturulmuş vahşi saçlarını görüyor. Vivaldi bütün odayı doldurmuş, keman bu birleşme anını kutsar gibi tellerini titretiyor. Kızın saçındaki kalem yere düşüyor, saçları müzik notaları gibi dökülüyor, adamın ellerini, anlamını çoktan yitirmiş yüzüğü örtüyor. Usulca kapıyı kapatıyor.
“Affedersiniz, bu sandalye boş mu?” diyor biri. İrkiliyor. Otomatik bir evet fırlıyor ağzından. Fincandaki girdap durulmuş. Ne köpük kalmış ne duman. Buz gibi olmuş kahvesini yudumluyor. Kulaklarında hâlâ aynı konçerto, gözlerinde hâlâ aynı yağmur.
Bugün her şey onu hatırlatıyor.
Nilüfer Ataç Canbayır
Buna bayıldım: “gelecekten ödünç bir bedende büyüyen çocuklar” 👏