Berrin Yelkenbiçer

Bok götürüyordu, ne götürecek! Ama lafa bokla püsürle girersem dinleyicilerimin kaçma olasılığına karşı kendimce şeyli meyli önlem aldım işte. Efendim şimdi şöyle…

Günlerden bir gün Seval fırtına gibi odaya girdi. Kapıyı açışı ve içeri dalışı öyle hızlı oldu ki saç telleriyle iç içe geçmiş toz topakları, Amerikan filmlerinin ıssız kasabalarındaki toprak sokaklarda uçuşan sazlar misali sağa sola dağıldılar. Hiç öyle bakmayın! Odanın sakinleri kızlardan oluşuyor diye, yer gök bal dök yala kıvamında temiz olacak diye bir kural yok. Nereden çıkarıyorsunuz böyle şeyleri?

Seval’in elinde bej rengi koca bir leğen var. İnsan neden bej rengi leğen alır ki? Ne bileyim, şeker pembeleri, cami turkuazları, şeytan kırmızıları filan dururken. Gerçi Seval’in her şeyi bejdi, bana öyle gelirdi. Kıyafetleri, birbirine yakın gözleri, yağlı saçları, tombul yanakları, soluk gülümsemesi hep aynı renk. Uşaklıydı Seval. Bende Uşak nedense gri bej renkli bir şehir olarak kaldı. Yıllar sonra bir ramazan günü yolculuğunda tam da iftar saatinde ilk kez bu şehirden geçerken, ortalıktaki ölüm sessizliğinde renkler yerli yerine oturdu.

Leğende Seval’in akşamdan ıslattığı çamaşırları var. Tişörtler, sutyenler, donlar. İçlerinde hiç kırmızı yok, pembe yok, mavi de yok. Seval leğeni öfkeyle salladıkça deterjanlı sular etrafa saçılıyor. Anladık hepimiz. Yeni bir bok vakası. Bir süredir bizim koridorda biri ya da birileri etrafa dışkılarını saçıyor. Genelde çamaşırları hedef alıyor. Kirleri yumuşasın diye ıslattığımız ya da kurusun diye astığımız çamaşırları ertesi gün dışkıya bulanmış bulabiliyoruz.

Olay hep bizim koridorda gerçekleştiği için failin buradaki odalardan birinde kalıyor olma ihtimali hepimizi hem zan altında bırakıyor hem de birbirimize şüpheyle bakmamıza sebep oluyor. Çok gerginiz. Yakın şehirlerde oturanlar çamaşırlarını biriktirip hafta sonları evci çıkınca evlerine götürüp yıkıyorlar. Uşaklı Seval gibilerinin böyle bir şansı yok. Evci çıkabilen şanslılardanım ama burnumun dibinde sallanan leğen beni de çok rahatsız ediyor.

Odada üç ranzadan altı yatak, altı dolap, altı çiftten on iki oda terliği, altı fincan, bir küçük piknik tüp, kap kacak, onlarca kitap ve altı kız kalıyoruz.

Hatice’yle aynı bölümdeyim. Abisinin çakma öğrenci olarak bir üniversiteye girip aykırı düşünceleri ihbar etmek üzere görevlendirildiğini gururla anlattığından beri ondan uzak duruyorum. Düşüncenin aykırısı mı olur yahu? Kime göre, neye göre aykırı? Soracağım ama ajan abisine ispiyonlamasından korkuyorum.

Nida lisedeyken bir binanın en tepesine çıkıp atlamaya kalkmış. Kendisi anlattı. Hayattan vazgeçmeyi çok aklımın almadığı yaşlarımdayım. Hikâye ne kadar doğru ondan da emin değilim ama mavi gözleri hep o kadar hüzünlü ki doğru olma ihtimali yüksek. Ona nasıl yaklaşacağımı bilemiyorum. Ölmeyi istemiş biriyle ne konuşulur ki? Henüz hiçbir fikrim yok!

Belgin benim üst ranzamda yatıyor. Boylu poslu, dünyayı umursamayan bir kız. Dünyayla ilişkisi onun bileceği iş ama o uzun bacaklarıyla inip çıkarken ranzayı öyle bir sallıyor ki her seferinde uyanıyorum ya da uyuyamıyorum. Ben geçeyim üst tarafa dedim. Sigarasından bir nefes aldı ve düşüneceğini söyledi. Hâlâ düşünüyor. Okulun en popüler oğlanlarından biriyle çıktığı için diğer kızlar tarafından kıskanılıyor ve dışlanıyor. Sigara içmediğim halde onu kendime yakın hissediyorum.

Nuran Antalyalı. Hep ışıklı, güneşli, sıcak. Kuğu gibi uzun bir boynu var. Boynunu uzata uzata, sözcükleri yuvarlayarak konuşuyor. En iyi onunla anlaşıyorum. Bir garsona âşık oldu diye ailesi tepki gösterince okulunu daha ikinci sınıfta bırakacağını, sonra ailesine inat o adamla evleneceğini henüz bilmiyorum. O da bilmiyor. O munis kızın başkaldıran ve kararlı bir kadına dönüşeceğini henüz hiçbirimiz bilmiyoruz.

Hepimiz şaşkınlık ve korku içinde Seval ve leğenine bakıyoruz. Bazılarımızın, mesela benim gözlerim leğenden yerlere taşan bulanık sulara takılıyor ama sesimi çıkarmıyorum.

Seval söylendi söylendi, “Ben,” dedi sonra, “Aysel Hanım’a şikâyete gidiyorum”. Aysel Hanım bizim yurdun yöneticisi. Eşi ve kızıyla birlikte giriş katındaki en geniş iki odada kalıyor. Evleri burası. Çoraplı ayaklarında terlik ve sırtında yün yelekle dolaşıyor. Güldüğünü hiç görmedim. Tuttuğu futbol takımı şampiyon olunca gülümsemişti bir kez. Belki de kocasının tuttuğu takımdı. Tiyatrodan döndüğüm bir akşam geç kaldım diye beni yurda almamaya kalkmıştı da nasıl yalvarmıştım. Gecenin o saatinde nereye gitmemi bekliyordu ki? O zaman çok kızmıştım ama içinden dışına taşan mutsuzluğunun sebebinin genç kadınlarla dolu bir binada kocasıyla birlikte yaşamak zorunda kalması olabileceğini yıllar sonra fark edince öfkem acımaya döndü. Zor olmalı. Adamcağız da hep gözleri yerde dolaşarak başka bir sınav veriyor.

Seval, leğeni ve biz, koridorda söylene söylene yürüdükçe peşimize takılan diğer kızlarla birlikte üç kat aşağıya indik. Aysel Hanım kalabalığı görünce ürktü. Her kafadan bir ses çıkıyordu ama konuyu anlamıştı. Kocası yanındaydı ve sanki curcunayı başını kaldırmak için fırsat bilmişti. Meraklı ve çok ilgili gözlerle genç kadınlar güruhunu izliyordu. Aysel Hanım’ın rahatsızlığı arttı. Ağzının içinde bir şeyler geveledi. Bu olayın hele ki bir kız yurdunda yaşanması ne kadar acıydı. Yapanı hep beraber bulacaktık. Bizden uyanık olmamızı istiyor, destek bekliyordu.

Söylediği iri cümleler hiçbirimizin yüreğini soğutmadı. Dinledik, aynı anda konuştuk, bir yere varamadan odalarımıza dağıldık. Seval en önden çıkıp leğeni içindekilerle birlikte çöpe boşalttı. Yatağına oturup bir sigara yaktı, söylenmeye devam etti. Yerlere saçılmış boklu suları kimin temizleyeceğini cesaret edip kimse soramadı.

Sonraki günlerde odalardan para çalındı, sosis çalındı, altın bir bileklik çalındı ama diğer olay bir daha yaşanmadı. Artık kızların gittikçe artan öfkesinden korktuğundan mı yoksa konu çok gündeme geldiği için mi bilinmez, bunu yapan her kimse eylemlerine bir süre ara vermişti. Biz de diğer konulara kafa yorduk. Hadi parayla kolayca nakde dönüştürülebilecek altın bilekliği anlıyorduk ama sosisleri ortalığı kokutmadan pişirmek mümkün olmayacağına göre çalan kişi çiğ çiğ mi yemişti acaba? Bunları yapan aynı kişi miydi yoksa değişik acılar çeken değişik kişiler mi bu yollara sapıyordu?

Bir daha kimse ortak alana çamaşır asmadı. Islak çamaşırlar yüzünden odalar rutubet kokmaya başladı. Boku püsürü bir süreliğine unuttuk.

Dertler türlü türlüdür. Tahammül edilebilenler vardır, bir de çok ağır gelenler. Bizim dertlerimiz o yaşlarımız için bize ağır geliyordu. Yemekhanesi olan ama nedense kullanılmayan yurdumuzda yemeklerimizi odalarda kendimiz yaptığımız için ıslak çamaşır ve sigara kokularına kavrulmuş soğan kokuları karışıyordu. Hayır efendim, dışarıda yiyecek paramız yoktu. Biliyor musunuz, sıcak su da verilmiyordu. Soğuk suyla yıkanamayanlardan şanslı olanlar arkadaş evlerinin banyolarına koşuyordu. Diğerleri memleketine gideceği günleri bekliyorlardı, ne yapsınlar. Hiç öyle ellerinizle burnunuzu kapatmayın. Hatta kaloriferler de yanmıyordu desem? Memleketine gidenlerin yorganıyla battaniyesi kapanın elinde kalıyordu. Bak yine yüzünüzü buruşturdunuz. Ne yapsaydık, donsa mıydık?

Bir gece tuvalete kalktım. Gecenin kör bir vaktinde o uzun loş koridordan geçip tuvaletlere gitmekten nasıl da korkuyorum. Havlum omuzumda, sabunum elimde, terliklerimi sürüyorum. Lavaboların yarı karanlığında dimdik bakan bir çift gözle karşılaşınca ürktüm. Aysel’in kocası. Bu sefer gözleri yerde değil, doğrudan bana bakıyor. Sanki gecenin o saatindeki cesaretinin tadını çıkarıyor. Elindeki küçük kavanozla ağda yaparken kullandığımız spatulalara benzer tahta çubuğu görünce uyku sersemi halimden çıkıverdim. Bir şey diyecek oldum, boğazım kurumuş, sesim çıkmadı. Bir süre bakıştık. Arkasını dönüp pis kokulu kavanozla tahta çubuğu usulca çöpe attı. Gözlerini hiç yere indirmediği gibi omuzlarını daha da dikleştirdi. Yavaşça uzaklaştı.

O gece uyuyamadım. Ne yapacağımı bilemedim. Aysel’e söylesem büyük bir olasılıkla bana inanmayacak ama yine de ortalık fena bulanacak. Kızlara söylesem birikmiş tüm enerjileriyle kazan kaldıracaklar. Günlerce kıvrandım. Korktum, acıdım, tereddüt ettim. Kafamda sorular döndü durdu. Bir insan silah olarak neden dışkısını kullanırdı? Bunun yetişkin bir erkekteki karşılığı neydi? Durumun genç kadınlarla dolu bir binada yapayalnız tek erkek olmasıyla bir ilgisi var mıydı? Soluk benizli karısının yün yeleğiyle kısa çoraplı ayaklarındaki plastik terliklerin bu işte parmağı olabilir miydi? Eylemlerini hep bizim koridorda gerçekleştirmesi hedef şaşırtmaca mıydı? En iyisi, dedim sonra, bir daha yaparsa anlatayım herkese.

Bir daha yapmadı. Her karşılaştığımızda ben gözlerimi kaçırdım, o dimdik bana baktı. Sanırım ben kimseciklere söyleyemedikçe suç ortalığımızın pekiştiğini düşündü. Onu neden ele vermediğimi hâlâ bilmiyorum ama en azından ortalığı bir daha bok götürmedi.

Sonraki sene o yurtta kalmadım. Ailemin karşısına “okulu bırakırım” tehdidiyle çıktım ve yurdun sıkıntılarından öğrenci evlerinin sıkıntılarına geçerek kendimce devrimci bir eylem gerçekleştirdim.

Başım göğe ermedi tabii ama en azından bir daha pis kokulu hikâyelerim olmadı.

Berrin Yelkenbiçer