“Lizbon’a Gece Treni”yle tanınan İsviçreli felsefeci, yazar Pascal Mercier’in yeni romanı “Sözlerin Ağırlığı”, Sia Kitap tarafından yayımlandı. Kitabı, çevirmeni İlknur Özdemir ile konuştuk.

İlknur Özdemir

Sözlerin Ağırlığı’nı çevirmeye nasıl karar verdiniz?

Lizbon’a Gece Treni’ni ilk okuduğumda çok sevmiş, Türkiye’deki yayın hakkını satın almış ve çevirmiştim. Başka bir yayınevindeydim o sırada. Kitabı öyle sevmiştim ki bitirdikten sonra kalkıp Lizbon’a gitmiştim, daha önce görmediğim bir kentti. Büyülendim. Sonra filmini de izledim bu romanın. Arkasından yine Pascal Mercier’in bizde Sahnede Ölüm adıyla yayımladığım romanını da çevirdim. Yazar artık benim yazarım olmuştu. Sözlerin Ağırlığı’nı okuduğumda çok etkilendim, çünkü bu kitap benim çevirmenlik hayatımda hissettiklerimle, yaşadıklarımla, beklediklerimle öyle uyuşuyordu ki. Tıpkı kitabın kahramanı gibi ben de çeviri hayatımın bir yerinde kendim de bir şey yazmalıyım, diye düşünmüştüm ve öyküler yazmıştım. Öykü kitabım, ben Can Yayınları’nın yayın yönetmeniyken orada yayımlanmıştı: Senin Öykün Hangisi. İlk öykümü yazana kadar öykü yazabileceğimi bilmiyordum bile. Bu konuda sevgili Erdal Öz’ün beni desteklemesini, yüreklendirmesini unutamam. Sözlerin Ağırlığı’nda da kahramanımız Simon Leyland, bir gün artık sadece başkalarının sesi olmakla yetinmiyor, kendisi de kendi sesini duyurmak, kendi hissettiklerini, kendi kurgusunu yazıya dökmek istiyor. Tabii kitap sadece çevirmenin kendisine odaklanmıyor, yaşama dair, aşka dair, insan ilişkilerine, baba-evlat ilişkisine, adalete, suça ve suçluluğa dair yan hikayeler, romanı besleyen açılımlar var. Hem kendi çevirmenlik yaşamımdan izler bulduğum, hem de hayata dair düşündürdüğü için çok severek çevirdim.

Çevirmen olarak kendinizden kısaca bahseder misiniz? Ne tür kitaplar çeviriyorsunuz? Yazarlara sorulur, biz de çevirmen olarak size soralım: Bir çeviri rutininiz var mı?

30 yıldır çeviri yapıyorum. İlk yayımlanan çevirim 1991 yılındaki Yalnızlığın Keşfi idi. Paul Auster’dan. Can Yayınları’nda yayımlanmıştı ve hâlâ da yayımlanıyor, yeni baskılar yapıyor. Bir çevirimin, hem de ilk çevirdiğim kitabın bunca yıldır yayımlanması, yeni okurlar bulması da beni çok mutlu ediyor. Ben Almanca ve İngilizceden daha çok roman ve öykü çeviriyorum. Hep yayın yönetmeni olarak çalıştığım için de sevdiğim kitabı seçip çevirme lüksüm var. Sevemediğim bir kitabı çeviremiyorum, bu bağlamda 80-100 sayfa çevirip bıraktığım kitap olmuştur. Örneğin bilim kurgu romanları çok yakın olduğum bir tür değil. Bunların çevirisini bu işte usta olanlara bırakmayı yeğlerim. Ben masanın iki tarafında oturuyorum, yani hem yayın yönetmeniyim, hem çevirmen. Çeviri işinin ne kadar zahmetli olduğunu, iğneyle kuyu kazmaya benzediğini bildiğim için çevirmenlere, çeviri olayına belki de başka yayın yönetmenlerinden farklı bir gözlükle bakıyor olabilirim. Çeviri rutinine gelince, biliyorsunuz benim iki şapkam var, birisi çevirmenlik, diğeri genel yayın yönetmenliği. Çeviriyi ancak akşamları, hafta sonlarında yapabiliyorum, ama ne kadar yorgun olursam olayım çeviri beni rahatlatıyor, dinlendiriyor. Kulağa tuhaf gelebilir ama bazen 2 kitabı aynı anda çeviriyorum, birinin dünyasından yorulunca ötekine geçiyorum. Genellikle de birinin İngilizce öbürünün Almanca olmasını tercih ediyorum. Ve çevireceğim kitabı önceden baştan sona okumuyorum, daha ziyade hakkında yazılanları okuyor, benim için yeni bir yazarsa onu tanımaya çalışıyorum.

Sözlerin Ağırlığı’nın çevirisine gelelim: Nasıl bir süreçti, ne kadar sürdü, ne gibi zorluklarla karşılaştınız?

Dediğim gibi ancak akşamları ve hafta sonları çeviri yapabildiğim için 5 ay kadar sürdü. İlk ham çeviriden sonra 3 kez daha baştan sona yeniden üzerinden geçtim. İlkinde kitaptaki karakterleri ve çevrelerindeki olayları doğru anlayıp vermeye çalıştım. İkincisinde kişileri, kişilikleri ve olayları doğru çerçeveye oturttum, tutarsızlıklar varsa düzelttim. Üçüncüsünde dil konusunda gereken değişiklikleri yaptım. Son okumadan önce biraz ara verdim ve okurken çevirmeni gibi değil, bir eleştirmen gözüyle okumaya çalıştım. Zorluk çektim diyemem, çünkü çokça benim, yani bir çevirmenin dünyasını anlatıyordu, kahramanı erkek olsa da. Kitabın neredeyse yarısı Londra’da, benim de iyi bildiğim yerlerde geçiyor, bu nedenle daha sıcak bakarak çevirdim o kısımları.

Siz yazarın başka kitaplarını da dilimize kazandırmıştınız. Pascal Mercier, orijinal dilinde nasıl bir yazar sizce? Dil kullanımı, üslubu, öne çıkan özellikleri neler?

Pascal Mercier aslında felsefeci. Lizbon’a Gece Treni onun adını edebiyat alanında duyurdu. Bütün dünyada 3 milyondan fazla satışı olan bu kitap Türkiye’de de 28 baskı yaptı. Bu kitapta da, sonra çevirdiğim Sahnede Ölüm’de de, Sözlerin Ağırlığı’nda da yazarın dil kullanımı çok akıcı, çok uyumlu, çok tutarlı. Çevirmeni hiç zorlamıyor. Bir dünya yaratıyor ve kitap boyunca o dünyayı çok iyi tanıdığını hissediyorsunuz. Örneğin Sözlerin Ağırlığı bir çevirmenin dünyası. Çok iyi tanımış olması gerekir o dünyayı, çünkü ben çevirirken kendimdeki pek çok şeyi o metinde hissettim. Yani inandırıcı bir dünya kuruyor. Aynı şey Lizbon’a Gece Treni için de geçerliydi. Orada da Portekiz’de diktatör Salazar döneminde yer alan bir hikâyenin peşine düşen bir klasik diller öğretmeniydi kahraman. Gerçekten hissettirerek vermişti Portekiz’deki kahramanların dünyasını. Mercier’in kitapları hep felsefi bir çerçeveye oturtulmuştur ama asla felsefe kitabı gibi değildir. Olayların, yaşananların gerisindeki iç dünyaları büyük bir başarıyla yansıtabilmiştir.

Çevirmeni olarak “Sözlerin Ağırlığı” romanında sizi özellikle çok etkileyen bir bölüm var mı? Varsa hangisi ya da hangileri?

Bu kitapta, romanın kahramanı Leyland’ın çok sevdiği karısı bir akşam kanepede notlarını okurken bir anda ölür. Leyland ve çocukları onu sonradan, o şekilde cansız bulurlar. Çay fincanı yanındaki sehpada, kalemi elinden yere düşmüş, notların sayfaları dağılmış. Leyland çok sonra ölen karısına bir mektup yazar ve duygularını, onun hayatında bıraktığı boşluğu anlatır. Bu mektup ve Leyland’ın hissettikleri beni çok etkiledi.