Yazar ve çevirmen hakkında biyografik bilginin yer almayışı bir eksiklik. Bu açığı biz kapatalım. Kitabın yazarı Şlomo Sand, Holokost’tan kurtulan Polonya Yahudisi bir ailede, Avusturya’da dünyaya gelir. Ailesi komünist ve anti-emperyalist düşünceye sahiptir; Almanya’nın II. Dünya savaşı sonrasında, savaşta çektikleri yüzünden verdiği tazminatı reddederler. Doğumundan sonraki iki seneyi, Münih yakınlarında yerinden edilmiş insanların kaldığı bir kampta geçirdikten sonra 1948 yılında ailesiyle birlikte Yafa’ya taşınır. 16 yaşındayken okuldan atılır. Bir söyleşisinde, 1960’ların sonu ve 70’lerin başında birçok işte çalıştığını, birkaç yılı telefon hattı işçisi olarak geçirdiğini belirtmiştir. Liseyi 25 yaşında bitirir ve orduda üç yıl görev yapar. 6 Gün Savaşına katılması onu radikal sola iter. Üyesi olduğu İsrail Komünist Gençliği Birliğinden ayrılıp 1968 yılında, daha radikal olan anti-siyonist parti Matzpen’e katılır. Fakat yaşadığı hayal kırıklığından sonra 1970 yılında buradan da ayrılır.

Şlomo Sand İsrail Komünist Partisi Rakah’ın Polonya’da sinema okumaya gönderme teklifini reddederek 1975 yılında Tel Aviv Üniversitesi tarih bölümünden mezun olur. İsrailli olan her şeyi terk etme konusunda kararlı bir şekilde davranarak, 1975 ila 1985 yıllarında Fransa’da kalmıştır. Aldığı bursla Fransız Tarihinde yüksek lisans yapar ve “Georges Sorel ve Marksizm” konulu teziyle doktorasını alır. 1982 yılından beri Tel Aviv Üniversitesinde ve Berkeley Üniversitesinde dersler vermektedir.

Şlomo Sand, Yahudi Halkı Nasıl İcat Edildi kitabının girişinde üç farklı hikayeyi çok edebi bir biçimde harmanlayarak kendi hayat hikayesine de dokunuyor aslında. Bu edebi deneme tadı veren giriş ve ayrıca Türkçe baskı için yazdığı önsöz, okuru nasıl bir kitapla karşılaşacağı konusunda hazırlıyor bir bakıma. Yukarıdaki satırlarda anılan, Şlomo Sand’in “İsrailli olan her şeyi terk etme” düşüncesinden ve kitabın genelinden yazarın antisemit olduğu düşüncesi çıkarılmamalı. Zaten yazarın kendisi de Türkçe baskı için yazdığı önsözde bunu şöyle açıklıyor:

“Haklı olarak bu kitabın ‘Siyonizm yanlısı olmadığı’ söylenebilir; gerçekten de ne ulusal bir bakış açısından yazdım ne de ulusallık-karşıtı bir ideolojiden beslendim. Ben kendimi ‘Antisiyonist’ olarak tanımlamıyorum, çünkü bu niteleme yıllar içerisinde İsrail devletini külliyen reddetme anlamına gelir oldu. Bununla birlikte, kendimi Siyonist olarak görmeyi de reddediyorum, bunun da nedeni gayet basit: Günümüzde ‘Siyonizm’ terimine verilebilecek asgari anlam, İsrail devletini, burada yaşayan tüm yurttaşların devleti değil, tüm dünyadaki Yahudilerin devleti olarak tanımayı gerektiriyor. Dolayısıyla -ve daha iyi bir tanım bulamadığımdan- ‘post-Siyonist’ terimini kendime uygun buluyorum; gerçekten de, Siyonist girişimin sonuçlarının bir bölümünü, yani bir İsrail toplumunun oluştuğunu tarihsel olgu olarak kabul ediyorum. Bununla birlikte, toprak yayılmacılığı ve kolonizasyon girişiminin önünün kesilmesini derinden arzuluyorum, ama aynı zamanda ve özellikle, bu devletin etnik-merkezci ve antidemokratik karakterinin de değişmesine katkıda bulunmayı da umuyorum.” (Yahudi Halkı Nasıl İcat Edildi, s. 14)

Şlomo Sand, bir Yahudi halkı olduğuna inanıyor ancak Yahudi halkı ve Yahudi toprağı (Bir üçleme olan bu dizinin ilk kitabı da, “Yahudi Vatanı Nasıl İcat Edildi?” adlı kitabıdır. Bu yazıda bahsettiğimiz kitap, üçlemenin ikinci kitabıdır) gibi “icat”larla kurgusal-mitsel tarihsel bir miras yaratıldığına vurgu yapıyor kitap boyunca.

İlk olarak halk, kavim ve ulus kavramlarını ele alıyor. İsrailoğulları için Kitaplar Kitabında (Kitabı Mukaddes) “am” sözcüğünün kullanıldığını, bunun da esasen “insanlar” anlamına gelmekle beraber modern anlamdaki “ulus” sözcüğünü karşılamadığını söylüyor. Ancak yazarın “bellek failleri” olarak tanımladığı odaklar, bu sözcüğe sanki ezel-ebed bir kavmi belirten bir anlam yüklemek için her türlü arkeolojik keşif bulguları da dahil olmak üzere çeşitli ideolojik manevralar yapmışlardır. Öncelikle Kitabı Mukaddes’in kendisi bu manevralara alet edilmiştir. Yazarın deyimiyle “Daha baştan itibaren Kitabı Mukaddes’in güvenilir tarihsel belge olduğu anlayışı ile modern Yahudi kimliğini ulus-öncesi ya da ulusal terimlerle tanımlama teşebbüsü arasında sıkı bir bağ olduğu saptanır. Bunun doğal sonucu, bir yazar ulusal duygudan ne kadar etkilenmişse, Kitabı Mukaddes’in tarihsel belge olduğu anlayışına o kadar katılır, çünkü Kitabı Mukaddes böylelikle ‘halk’ın ortak kökeninin kaynağı olur.” (Yahudi Halkı Nasıl İcat Edildi, s. 98)

Moses Mendelson (ö. 1786) önderliğinde, Almanya’daki reform çalışmalarının bir nevi “gizlenme” ya da “entegre olma” çabası olduğu bilinmektedir. Yidiş dilinin yalnızca evlerde konuşulması, sosyal hayatta ise Almanca konuşulması, modern eğitim alma, geleneksel anlayışın modernleştirilmesi, evde Yahudi sokakta Alman olma gibi hem içinde yaşadıkları Alman toplumuna entegre olma hem de özlerini koruma amaçlı olarak belirlenen bu ilkeler bir kimlik krizine yol açma riskini taşımakla birlikte, bir dereceye kadar başarılı olmuştur. Ancak 19. yüzyılda Alman uluslaşma sürecinde, yükselen ve gelmekte olan Alman milliyetçiliğine (ve devamında gelen Yahudi düşmanlığına) karşı bazı Yahudi düşünce adamlarının, Yahudilerin asıl vatanlarına ve soydaşlarına kalpten bağlı olmalarına rağmen içinde yaşadıkları ülkenin çıkarları için çalışacaklarını tekrar dile getirmeleri gerekmiştir.

Şlomo Sand

Şlomo Sand, bu tartışmaları ayrıntılı olarak veriyor. Bu tartışmalar, yazarın ‘mesih-halk’ olarak tanımladığı, Yahudilerin kökenini antik bir kavme dayandırma çabasının ilk adımları olarak görülebilir. Antik bir köken, ezel-ebed bir halk iddiası ortaya koyduğunuzda bunu tamamlayacak üçüncü ayak elbette ki kadim bir vatan iddiasıdır. Bu kadim vatan iddiası öyle boyutlara varmıştır ki aslında Mısır’dan çıkışta Eretz Israel denilen İsrail toprağını terk edenlerin azınlıkta olduğu bile iddia edilmiştir. Böylelikle, Kenan ülkesinin ya da vaat edilmiş toprakların vaat edilmesine bile gerek kalmaz çünkü aslında, kadim İsrail halkı orayı hiç terk etmemiştir.

Bir ulus miti yaratmak adına yukarıda andığımız üçlü dayanak noktaları belirlendikten sonra, sıra bu sacayağının içini doldurmaya gelmiş. Kitabın ikinci bölümünde bu mitsel tarihin nasıl “uydurulduğunu” ele almış yazar. Bu bölüm, ünlü filozof Baruch (Yahudi cemaatinden kovulduktan sonra [herem], Benedictus) Spinoza’nın Tractatus’undan (1670) bir alıntıyla açılıyor: “Bütün bu bölümlere bakılırsa, Kitabı Mukaddes’in ilk beş bölümünü yazanın asla Musa olmadığı, Musa’dan yüzlerce yıl sonra gelen bir yazar olduğu gün gibi ortadadır.” (Yahudi Halkı Nasıl İcat Edildi, s. 89) Ayrıca Spinoza, Kitabı Mukaddes’in bir bölümünün Ezra tarafından yazılmış olduğunu da ileri sürüyor.

Gerçekten de Babil sürgünü boyunca yaklaşık elli yıl boyunca (M.Ö. 587-538) Yahudilerin elinde Ahit Sandığı ve Tevrat yoktur. Çünkü Babil Kralı Nebukadnezzar Yahuda topraklarına girip Kudüs’ü kuşattığı sırada Kral Yoşiya, içinde On Emir’in yazılı olduğu Taş Levhalar ile Tevrat’ın bulunduğu Ahit Sandığını Süleyman Mabedindeki katakompa saklamıştır.[1] Babil Sürgünü sonrasındaki millileşme döneminde, Ezra’nın önderliğinde yeniden bir ulus olma alametleri gösterilen dönemde Tevrat’ın yeniden yazıldığı bilinmektedir. Hatta bu millileşme eğilimi içerisinde, yabancı milletlerle olan bağları koparma yönündeki bir saikle Tevrat’ın yazımında, İbrani yazı karakterini benimsemiş olan Samiriler’den tamamen kopmak amacıyla Asuri yazı karakterinin benimsendiği de bilinmektedir.[2]

Yahudiler için Tevrat kutsaldır. Tevrat’ın Musa’ya Tanrı tarafından aracısız olarak, Sina Dağında kaldığı kırk günde vahyedildiğine inanılır. Musa’nın beş kitabından (Yaradılış, Mısır’dan Çıkış, Levililer, Çölde Sayım, Yasanın Tekrarı) oluşan ve Humaş (Beşli) de denilen Tevrat, Yahudilere göre evren yaratılmadan önce yaratılmış olan yedi şeyden birisidir. Bu kitapların Musa tarafından yazıldığına inanılır. Oysa Yasanın Tekrarı kitabının son bölümünde Musa’nın kendi ölümünden dili geçmiş zaman kipinde bahsedilir. Böyle bir çelişkiye karşın Yahudiler, Tora’nın Musa tarafından yazıldığına inanırlar (hatta Musa’nın kendi ölümünü yazarken ağladığına inanırlar).

Şlomo Sand, arkeolojik bulgulara dayanarak Tevrat’ın ve Kitabı Mukaddes’in diğer bazı başka bölümlerinin de çok sonradan yazılmış olabileceğini iddia ediyor. Söz gelimi, çölde geçen kırk yıla, fatih Yeşu’nun kitabında anlatılan “kolonizasyon”a dair arkeolojik izlere rastlanmadığını iddia ediyor. Hatta yazara göre, Sina Dağının yeri de henüz bilinmemektedir. Arkeolojik kazılardan çıkan bulguların tarihsel gerçeklerle uyuşmadığını ifade ediyor Şlomo Sand: “Yeni arkeolog ve araştırmacıların çoğunun hipotezlerine göre, görkemli birleşik krallık asla var olmamıştı, Kral Süleyman’ın yedi yüz karısını ve üç yüz cariyesini yerleştirecek kadar büyük sarayı olmamıştı. Bu büyük imparatorluğun adının Kitabı Mukaddes’te bulunmaması olsa olsa bu noktayı güçlendirmektedir. Elbette ki tek Tanrı’nın lütfu sayesinde oluşmuş bu engin ortak krallık kimliğini daha geç dönem yazarları icat edip yüceltmişlerdir. Zengin ve orijinal bir hayal gücüyle birlikte, dünyanın yaratılışının ve korkunç tufanın, ilk peygamberlerin başlarından geçenlerin ve Yakub’un melekle kavgasının, Mısır’dan Çıkış’ın ve Kızıl Deniz’in açılışının, Kenan’ın fethinin ve Gibeon’da güneşin mucizevi bir şekilde durmasının ünlü anlatılarını da yeniden oluşturdular.” (Yahudi Halkı Nasıl İcat Edildi, s. 156)

Kitabı Mukaddesin anlatımı edebi bir anlatımdır. Bu anlamda, Şlomo Sand’in başka bir yorumu da çok ilginç: Kitabı Mukaddes’i, sürgün sonrası görece bir serbestlik ortamındaki Yahudi entelijansiyasının edebi yaratısı olarak yorumluyor:

“MÖ VI. Yüzyılda sürgün ve ‘geri dönüş’ şoku sayesinde, eski saray yazarlarından, din adamlarından ve onların soyundan gelenlerden oluşan Yahudiye intelligentsia’sı, muhtemelen, müşkülpesent bir hanedanlık rejiminde asla yararlanamayacağı önemli bir özerklikten yararlandı. Politik parçalanmanın ve kraliyet otoritesi yitiminin yaşandığı bu tarihsel ortam, karşılığında onlara yeni ve istisnai bir eylem serbestliği sağladı. Böylece, kendine özgü bir edebi yaratı olanı oluştu; bu alan içinde prestij sermayesi krallık düzeninde değil, dini düzendeydi. Örneğin Davud hanedanlığının kurucusunun büyüklüğünü överken, aynı zamanda onu bir günahkâr ve hatta kendisinden üstün Tanrısal bir güç tarafından cezalandırılmış bir suçlu olarak göstermenin nasıl mümkün olabildiğini ancak bu tür bir durum açıklayabilir. Böylece, modern-öncesi toplumlarda ende bir besin olan yazma özgürlüğü teolojik bir başyapıtta ifade bulmuş oluyordu.” (Yahudi Halkı Nasıl İcat Edildi, s. 159)

Sürgün’ün de bir mit olduğunu iddia eden yazar, kitabın “Sürgünün icadı. Din yayma ve din değiştirme” başlıklı üçüncü bölümünde, çeşitli yazar ve tarihçilerin eserlerinden alıntılar yaparak II. Mabed’in yıkılışından sonraki sürgünün de uydurma olduğuna dair argümanlar ortaya koyuyor. Şlomo Sand’e göre gerçek olan tek sürgün Babil Sürgünü ancak bunun da nüfusun yer değiştirmesi ya da yaşadıkları yerden atılma anlamında değil, politik olarak boyun eğme anlamında bir sürgün olduğunu savlıyor.

Yahudiliğin, mevcut katı halinin ve dışa kapalılığının aksine, geçmiş dönemlerde misyoner bir eğilimi olduğunun altını çiziyor Sand. Kitabı Mukaddes’in “başka milletlere” yönelik sert söylemlerinde bile aslında gizli bir vaazcı ve davetkar taraf olduğunu iddia ediyor. Yasanın Tekrarındaki açık hükme (7:3 Kız alıp vermeyeceksiniz. Kızlarınızı oğullarına vermeyeceksiniz; oğullarınıza da onlardan kız almayacaksınız) karşın İbrahim, İshak, Yusuf, Musa, Davud ve Süleyman’ın başka milletlerden kadınlarla evlendiklerini, bunun yalnızca krallara ya da peygamberlere özgü bir tutum olmadığını da örnekleriyle, tarihsel verilerle destekleyerek anlatıyor.

Evlenme yoluyla din değiştirip Yahudi olanlar haricinde dayatma yoluyla da din değiştirenler olduğu belirtiliyor kitapta. Antik dönem tarihçilerinden Ptolemaios’tan yaptığı alıntıyla açıklıyor Sand:

“İdumealar, diğer yandan, köken itibariyle Yahudi değillerdi. Yahudilerin boyun eğdirdiği ve zorla sünnet olmuş Fenikeli ve Suriyelilerdi ve Yahudi ulusu üyeleri arasında sayılabilmek ve aynı gelenekleri sürdürebilmek için Yahudi olarak adlandırıldılar.” (Yahudi Halkı Nasıl İcat Edildi, s. 198)

“Hazarlar ve Yahudilik-bir aşk hikâyesi” adlı bölümde Sand, bir Türk topluluğu olan Hazar Kağanlığının Yahudilikle olan ilişkisini ele alıyor.

Hazarların, Hıristiyan olan Doğu Roma İmparatorluğunun egemenliğine girmekten ya da “paganlığın meşruluğunu reddeden Müslümanlar” tarafından yok edilmekten korku duyarak kendilerine siyasi bir özerklik sağlayacak Yahudiliğe geçtikleri iddia ediliyor. Bu geçiş, birdenbire olmayıp tedrici olmuştur. Hazar Kağanlığında dikkate değer olan başka bir husus, bu devlette Müslümanların, Hıristiyanların, Yahudilerin ve dahi paganların bir arada, hepsine kendi hukukları uygulanarak ve saygı görerek yaşayabilmeleridir. Söz gelimi, ordu içerisinde bulunan askerlerin kendi dindaşlarıyla yapılan savaşlara alınmaması, bu hoşgörü ortamının ne kadar engin olduğunu göstermektedir.

Arthur Koestler’in “Onüçüncü Kabile” adlı kitabı etrafında dönen tartışmalar ilgi çekici. Bilindiği üzere Koestler, anılan kitabında temel olarak, Doğu Avrupa’daki Yahudilerin köklerinin Hazar Yahudilerine dayandığını iddia ediyordu. Koestler, söz konusu kitabın ardından, böyle olmasını istemese de anti-Siyonist düşüncenin eline koz vermiş olacaktı. Bu “tehdit”, kitabın yayımlanmasından hemen sonra İsrail yetkililerince görüldü ve Koestler kınandı. İsrail devletinin vatandaşları bu kitabın varlığından haberdar olsalar da kitabın kendisine uzun yıllar erişemediler.

Koestler’in kitabının bu kadar endişeye yol açmasının nedeni, bu kitabın ve yukarıda andığımız iddianın ezeli-ebedi olan, Kenan ülkesinden çıkıp yaklaşık iki bin yıl sürgünde yaşadıktan sonra “milletlerle” karışmadan genlerini korumuş etnik-ulus teorisini çürütmeye aday olmasıdır.

Süreyya Berfe’nin “Sen, Basmasın” adlı şiirinde şu dizeler yer alır: “İsrail’deki oyuncakçıları, oyuncak satılan yerleri görmedin tabii. / En çok satılan oyuncak hangisi biliyor musun? / Plastik bir idam sehpası ve boy boy plastik Arap. / Çocuk canının çektiğini sallandırıyor ipe. / Herhalde vardır bir nedeni.”

Şlomo Sand de aslında bu kitabıyla yukarıdaki dizelerde eleştirilen ırkçı, düşmanlığı körükleyen ve yayılmacı anlayışı eleştirmiştir. Kitabın son bölümünde “içeriden” bir bakışla İsrail devletini eleştirir. Her aydın gibi, kendi ulusunu ve devletini sorgular. Ve kitabın en başında yazdığına gelir aslında. Kitabı yazdıktan sonra katıldığı bir söyleşide, kendisine “siyonizmin mitlerini dinamitleyen” böyle bir kitap yazdıktan sonra hâlâ nasıl İsrail’de yaşamaya ve İsrail’in Filistinliler tarafından tanınmasını talep etmeye devam ettiği sorulur. Verdiği cevap, hem İsrail’in “kabahatini” kabullenici hem de bir çözüm önerisi getiren bir cevap olur:

“Tecavüzden doğan çocuğun da yaşama hakkı vardır. Bir trajedi, yeni trajediler yaratarak düzeltilemez. Bize düşen görev, çocuğa hangi koşullarda doğduğunu öğretmek ve babası gibi davranmasını önlemektir. Ortadoğu’daki çatışmada sorun, evladın, doğumuna öncülük etmiş eylemleri sürdürmesi ve yenilemesidir; bu nedenle, tarihsel bir uzlaşma ihtimali sürekli azalmaktadır.” (Yahudi Halkı Nasıl İcat Edildi, s. 15)

Onur Çalı


[1] Kudüs Talmudu’ndan aktaran Baki Adam, Yahudi Kaynaklarına Göre Tevrat, 2010, s. 117.

[2] Kudüs Talmudu’ndan aktaran Baki Adam, Yahudi Kaynaklarına Göre Tevrat, 2010, s. 132.