Dünya’nın oluşumundan itibaren (50 Milyon yıl hata payıyla):

4 milyar 540 milyon 874 bin 673. Yıl, 41. Gün:

ÜÇ ÖYKÜ

İlk çevreci yazarımız olarak anılan Yaşar Kemal’in en sevdiğim uzun öyküsü Kuşlar Da Gitti, Ağrı Dağı Efsanesi’yle birlikte en fazla okunan 5 kitabından biriymiş. Diğer üçü İnce Memed I, II, III. Bu bilgiyi edinince kendi hesabıma sevindim, ama şaşırmadım. Kuşlar Da Gitti bir ‘hayaller ve gerçekler’ kitabı. Anadolu’dan İstanbul’a türlü hikayelerle gelmiş vasıfsız insanların hayat mücadelesini konu ediyor. İnsanların kaderi de kuşlarınki gibi; zaman eski zaman değil, beldeler eski hallerinde değil, insanlar eskisi gibi değil. Kuşlar durur mu? Onlar da gider: “…bir uzak keder gibi başlarını alıp…” giderler.

Bir diğer unutulmaz öykü, Sabahattin Ali’nin “Gramofon Avrat”ıdır. Üç sayfalık kısa bir öyküye iki insanın hayatını sığdırmak ve her büyük öyküyü okuduktan sonra olduğu gibi öykü açlığını gideren okuru bir süre başka bir öykü okuyamaz hâle getirmek yazarın mı, yoksa edebiyatın mı başarısı sayılmalıdır? Gramofon Avrat, 1987’de Ayşe Şasa tarafından senaryolaştırılmış ve sinemaya uyarlanmıştır.

Yaşayan yazarlarımızdan Nihat Genç’in öyküleri güncel politikanın çağrışımları üzerinde yükselir. Bir öyküsünde, yazar-anlatıcı ağzından “Temiz, düzgün, neşeli, sevgili, dostluk dolu edebiyatla hiç bir ilişkim yok” diyen yazarın en sevdiğim öykülerinden biri Bizi Kandırası Umman Bulunmaz (2012) kitabındaki “Anti Emperyalist Asansör”dür. Öykü, yakın tarihin politik olaylarının önemle hatırlatıldığı sayfalardan sonra, 7. Bölümde ve “Bir Hikaye” başlığıyla verilir. O bize has yarım yamalaklık, asansörmüş gibi görünen yarı asansör, o derme çatmalık, o adamına sonsuz güven duygusu, o bizdenlik içinde yabancılık çekme, doğanın yalınlığına tezat kafa karışıklığımızla “bazen içinden çıkamadığımız” durumlara çaresizce saplanmamız; politika, psikoloji ve felsefenin iç içeliği — hepsi bir öyküde toplanmış.

Bu öykülerin ortak noktası: Bizden olmaları, bizim için yazılmış olmaları. Kültürümüzü birebir yansıtmaları. Dilimizden başka bir dile çevrilseler bile bir kültürden diğerine aktarılamayacak anlamsal alanlı öyküler. Yaşar Kemal’de kentin ve insanın süregelen ve süregidecek değişimi, Sabahattin Ali’nin Anadolu’sunun susuk insanının susuk ahlâkı, Nihat Genç’de sıkıntısı çekilirken hazzı da yaşanan hayatın bitmeyen ve bitmeyecek macerası okurda melankoli duygusu yaratıyor. Sırasıyla Güney, Orta ve Kuzey Anadolu’nun doğasını ve insanını çok iyi bilen bu üç yazarımız, ölümlü kimlikler üzerinden ölümsüz kimliğimize ışık tutuyor.

44. Gün:

KAHROLSUN BİRİNCİ TEKİL

‘Hayat, yeni oyunlar peşinde. Bu oyunlara izin vermeyeceğim. Hayata direneceğim.’

“Bu romanın yazarı olarak, şimdi oturmuş yazıyorken kahramanımın düşüncesindeki dışavurumcu anlatıyı burada kesmek zorundayım. Yaratıcı yazarlık atölyelerimden birinde söylediğim gibi, roman karakterlerini kendi ağızlarından konuşacak şekilde birinci tekil şahısla yazarsanız, bazen başıboş kalır ve işte böyle zırvalarlar. Neymiş? Hayat yeni oyunlar peşindeymiş. O, yani kahramanım, buna izin vermezmiş. Ne demek bu şimdi? Kahramanın, yazarının ona söyletmeyeceği bir şeyi söylemeye ne hakkı var, söyler misiniz? Hayata mı, yoksa yazarına mı direnecek, nereden bileyim. Bunlar beni birinci tekilden soğuttular. Ama, bende kabahat; ne diye romanımın bir bölümünü gene ‘ben’ anlatıcıyla yazmaya kalktım ki?

Yazarlıkta deneyimim arttıkça birinci tekil şahıs yerine üçüncü tekille yazmaya başladım. Böylece, karakterlerimin tamamını kontrol altına aldığım gibi, onların ipe sapa gelmez özlüsözlerini, aforizmalarını da önlemiş oluyorum. Üstelik, kendi yorumlarımı, hayatla ilgili düşüncelerimi bir punduna getirip araya sıkıştırabiliyorum. Tanrı anlatıcıya soyunup karakterlerimi iyice baskıladığım da oluyor. Daha da ileri gitmek istersem, ikinci tekil veya çoğul şahıs anlatısıyla dizginleri sıkıca tutabiliyorum; karakterler gıkını çıkaramıyor.

Buna rağmen, her yazarın bildiği gibi roman kahramanının, yazarın onun için çizdiği duygu ve düşünce çemberinin dışına çıktığı kaçınılmaz anlar vardır. Bazen, bir karakterin dipten gelen bir deprem dalgası gibi kabaran söz söyleme iştahı veya beklenmeyen bir şekilde davranma isteği öyle güçlüdür ki, karakter kendi kaderini ellerinde tutmaya çabalar ve çoğu kez de bunu başarır. Geçmişte, yazdığı roman kahramanı kitabın sonunda öldüğü ve onun ölümünü hiç bir durumda engelleyemediği için üzüntüsünden kahrolan ve romanına son noktayı koyduğunda hüngür hüngür ağlayan meslektaşlarımı, bugün de hiç bir şey değişmemişken, huzurla anmam mümkün mü?

Ama, yazara baş kaldıran tüm roman karakterleri sonunda dünyanın kaç bucak olduğunu görecekler: Yüzyılımızın geri kalanında edebiyatı ellerine geçirecek olan robot yazarlardan söz ediyorum. Onlar, kalpsiz olacaklar ve karakterlerin tüm özgürlüklerini ellerinden alacaklardır. Mutlu mu olmalıyım, bilmiyorum.”

48. Gün:

BULUŞMA

Benimle, Gidiyoz köyü yolundaki Kalıyoz Oteli’nin Yiyoz Lokantası’nda buluşmak istedi. Görüşmeyeli yedi yıl olmuştu. Tedirgindim. Tekinsiz bir duyguyla sarıldığımı duyumsuyordum. Yedi yıl uzun zamandı. Bir insanın yaşamında önemli değişikliklerin olabileceği bir süreydi. O, aramızdaki yakınlığın ne kadar uzaklığa dönüştüğünü gözleriyle görmek mi istiyordu? Ya ben! Aramızdaki uzaklığın bir buluşmayla bizi ne kadar yakınlaştıracağını anlamak için mi davetini kabul etmiştim? Bunu bu akşam öğrenecektim.

. . .

Lokantada karşılıklı oturduk. Onun tabağında Avlıyoz eti, benimkinde Tutuyoz balığı vardı. İçiyoz şarabı her iki yemekle de çok iyi gitti. Garsonun önerisiydi. Bana yedi yıl önceki ben gibi davrandı. Bense ona, yedi yıl önceki ben gibi davranamadım. Çatalı ağzından çekerken, “Kaç kişiyi öldürdün?” diye sordum. “Boş ver” dedi. ‘Sınır ötesi’ sırlarını açmadı. “İyi para kazandırdı mı bari?” “Bu işler, sırf para için olmaz” dedi. “Bitti mi?” diye sordum. Başını sallayarak: “Bitti, bitti” dedi. “Emin misin?” diye sordum. “Sen hâlâ çok güzelsin” dedi. “Aynı insanlar değiliz artık” dedim. “Emin misin?” diye sordu.

50. Gün:

Gurur bir tek aşka yenik düşer… Bir de mezar taşına.